Çöküş. Steve Taylor
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Çöküş - Steve Taylor страница 11
Bazı Neolitik kültürler o kadar gelişmiş ki arkeologlar “medeniyetin” MÖ 3. binyılda Mısır ve Sümer’de başladığını iddia eden klasik görüşün artık gözden geçirilmesi gerektiğini düşünüyor. Örneğin Marija Gimbutas bu dönemde Avrupa’nın güneydoğusunda “Eski Avrupa” adını verdiği bir medeniyetin geliştiğini gösterdi.94 Bu medeniyet batıda İtalya’dan doğuda Romanya’ya, güneyde Yunanistan’dan kuzeyde Polonya’ya kadar uzanıyor ve Yugoslavya, Bulgaristan ve Macaristan’ı içine alıyordu. Bu bölgede, nüfusu birkaç bine ulaşan şehirler mevcuttu. Bölge halkı mühendislik, zanaat ve sanatta oldukça yetenekliydi. Bazı tapınakları birkaç katlıydı. Beş odalı evlerinde mobilya bulunuyordu. Dünyanın ilk lağım sistemini ve yollarını inşa etmişlerdi. Sepetçilik ve çömlekçilik gibi zanaatlarla, heykelcilik ve resim gibi sanatlarla ilgileniyorlardı. Seramikte, dokumacılıkta, madencilikte uzmanlaşanlar vardı. Yüzlerce kilometre ötesi ile ticaret yaparak deniz kabuğu, mermer ve tuz alıp satıyorlardı. Genelde dini amaçlarla kullanılan basit bir yazı stili bile geliştirmişlerdi.
Eski Avrupalılar hakkında keşfedilen en çarpıcı unsur ise teknolojik başarıları değil, sahip oldukları insani değerlerdi. Torunlarının en önemli özelliklerinden biri olan savaş ve çarpışma arzusu onlarda kesinlikle yoktu. Riane Eisler’in şu sözleri benim bahçe tarımcıları hakkında söylediklerime çok yakın:
Eski Avrupalılar yüksek ve sarp tepeler gibi elverişsiz yerlerde hiçbir zaman yaşamadılar. Kendilerinden sonra gelen Hint-Avrupalıların ise ulaşılması çok zor tepelere kale yaptığı, üstelik tepe üzerindeki yerleşim yerlerini taştan devasa duvarlarla çevreledikleri biliniyor. Ağır yapı malzemesi ve delici silahların yokluğu ise sanatsever Eski Avrupalıların barışçı bir hayat sürdüğünü gösteriyor.95
Arkeolog J. D. Evans da Eski Avrupa medeniyetinin en güney ucundaki Neolitik Malta bölgesinde ayrıntılı bir çalışma yürüttü ve şu sonuca vardı: “Kanıtlar bize daha barışsever bir toplumun asla var olmadığını gösteriyor.”96 Bu tespit, ulaşılması güç olduğu için Eski Avrupa medeniyetinin MÖ yaklaşık 1500’e kadar en uzun süre ayakta kaldığı yer olan Girit için de geçerli. Adada elli yılı aşkın bir zaman diliminde kazı çalışmaları yapan Nicolas Platon’un sözleriyle Giritliler “aşırı derecede barışseverdi.” Hem iç hem dış ilişkilerinde tam 1500 yıl boyunca barış içinde yaşamışlardı. Oysaki aynı zaman diliminde yakın çevrelerinde savaş hüküm sürüyordu.97 Şehirlerinde savunma amaçlı binalar yoktu. Villa tipi evleri denize bakıyordu. Adadaki şehir-devletlerinin birbirleriyle savaştığına ya da başka halkları fethedip baskı altına almaya çalıştığına dair de hiç kanıt yok. En sonunda Giritliler de kendilerini savunmak adına silah üretip savaşmak zorunda kaldılar. Ancak o zaman bile ürettikleri sanat eserleri savaşı yüceltmedi. Ayrıca her şeye rağmen bütçelerinin çok küçük bir kısmını askerî harcamalara ayırdılar.
Aynı ölçüde etkileyici olan bir diğer husus da yerleşik düzene ve büyük şehirlere rağmen Eski Avrupa toplumunun farklı toplumsal mevki ve refah seviyesine sahip insanlardan oluşmaması. Örneğin Eisler’in de belirttiği gibi Girit’te “servet oldukça eşit bir şekilde dağıtılıyordu.” Dolayısıyla hiç fakirlik yoktu ve köylüler bile yüksek bir yaşam kalitesine sahipti.98 Mezarların büyüklüğü ya da içlerine konulan eşyalarda da farklılık gözlemlenmiyor. Ayrıca Eski Avrupa toplumları muhtemelen güçlü liderler tarafından da yönetilmiyordu. Çünkü içinde pahalı eşyalar bulunan aşırı derecede büyük mezarlara sahip değillerdi. Zaten sanat eserlerinde de hiç lider figürü yoktu. Aslına bakarsanız Eski Avrupa’nın olağan gömme pratiği müşterekti. MÖ 6. binyılda Orta ve Batı Avrupa’da ölüler geçici mezarlara konuluyor ve kış başlayınca çıkartılarak toplu bir köy mezarına yeniden gömülüyordu.99
Eski Avrupa’da ataerkilliğin olmaması ise belki de en ilginç nokta. Bazı gözlemciler onların (ve Çatalhöyük’ün) kültürünün anaerkil olduğunu iddia ediyor. Ancak daha doğru olan, tıpkı avcı-toplayıcılarda olduğu gibi anaerkil ya da ataerkil kavramlarının onlara hiçbir anlam ifade etmemesi. Çünkü hiçbir cinsiyet birbirini bastırmaya çalışmıyordu. Aksine her ikisi arasında mutlak eşitlik vardı. Eski Avrupa toplumları genellikle anasoylu ve anayerseldi (yani mülkler ailenin anne tarafından nesilden nesile aktarılıyor ve evlendikten sonra erkek içgüveysi olup karısının ailesinin yanında yaşamaya başlıyordu). Ayrıca sanat eserlerinde kadınlar sıklıkla din bilgini ya da benzer yüksek bir toplumsal mevkiye sahip olarak resmediliyordu. Kadın ve erkeklerin mezarları arasında da hiç fark yoktu. Örneğin Belgrad yakınlarındaki Vinca’da 53 kişinin gömülü olduğu bir mezarlık bulundu. Gimbutas’a göre, “kadın ve erkek mezarlarında donanım zenginliği açısından hiç fark yok… Kadınların toplumsal rolü hususunda Vinca kesinlikle ataerkil olmayan ve eşitlikçi bir toplumdu.”100 Çatalhöyük sakinleri gibi, Eski Avrupalılar da kadına büyük saygı gösteriyordu. Kazılarda, kelimenin tam anlamıyla onbinlerce kadın heykeli bulundu. Çoğu memeleri ve kalçaları büyük, çıplak, hamile kadınlardı.
Bu tür kültürler kesinlikle sadece Avrupa ile sınırlı değildi. İnsanların avcı-toplayıcılıktan bahçe tarımına geçiş yaptığı her yerde aynı barışçı ve ahenkli koşullar hüküm sürmeye devam etti. Birçok kadın heykelciği ve kadın imgesi Ortadoğu’da olduğu gibi İngiltere ve Çin’de de bulundu. Bahçe tarımı, Kuzey Afrika’ya MÖ 6. binyılda yayıldı. Tarihçi ve coğrafyacı James DeMeo’nun da dediği gibi, toplumlar orada da “yardımsever, üretken ve barışseverdi; toplumsal tabakalaşmaya ya da tek adam hâkimiyetine yer yoktu.”101 Diğer yerlerde olduğu gibi burada da arkeolojik kazılarda silah bulunmadığı gibi, sanat eserlerinde de herhangi bir savaş temsiline rastlanmadı. Tam aksine müzik, dans ve kadın figürleri sergileniyordu. Arkeolog B. Davidson’ın da dediği gibi, kadınlar “şık ve özenle resmedilmişti; bu durum gördükleri saygıyı simgeliyor.”102
Benzer kültürler, Çin ve Japonya gibi çok uzak yerlerde de keşfedildi. Çin efsanelerine göre, Shen-nung halkına toprağı nasıl ekeceğini öğrettikten (yani bahçe tarımına geçtikten) sonra bile “insanlar huzurluydular. Babalarından çok anneleriyle ilgileniyorlardı. Birbirlerine zarar vermek akıllarından geçmiyordu.”103 Efsanelerde anneye yapılan bu gönderme kadınların toplumda yüksek mevki sahibi olduğunu gösteriyor. Bu tespit, arkeolojik kanıtlarla da uyumlu. DeMeo’nun da dediği gibi,
Arkeolojik bulgular, ilk Çinliler arasında militarizmin ya da toplumsal tabakalaşmanın var olmadığını gösteriyor. Kast sisteminin eksikliği, efsanelerde yüksek mevkideki kadınlardan bahsedilmesi ve kürtaj yapılmasına izin veren yazılı reçeteler Neolitik Çin’de kadınların önemli toplumsal rollere sahip olduğuna dikkat çekiyor.
93
a.g.e.
94
Gimbutas, 1982, 1991.
95
a.g.e., 1980, s. 17.
96
Rudgley, 1998, s. 23 içinde.
97
Platon, 1966.
98
Eisler, 1987, s. 32.
99
Griffith, 2001, s. 167.
100
Gimbutas, 1982, s. 24.
101
DeMeo, 1998, s. 225.
102
Davidson, 1996, s. 51.
103
Lenski & Nolan, 1995, s. 146 içinde.