Çöküş. Steve Taylor
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Çöküş - Steve Taylor страница 12
Benzer bir şekilde, Neolitik dönemde Japonya’da yaşayan Jomonlar da pirinç eken bahçe tarımcılarıydılar. 1992’de Japon arkeologlar bugünkü Aomori şehrine yakın büyük bir Jomon kasabası keşfettiler. Kasaba, MÖ 5000-3500 yılları arasında varlığını sürdürmüştü. Bini aşkın binadan oluşuyordu. Elimizde zanaatkârların uzmanlaştığına, kasaba sakinlerinin ticaret yaptığına, madencilikle uğraştığına ve başka becerilere sahip olduğuna dair pek çok kanıt mevcut. Fakat yine, savaşın yol açtığı hasardan, koruyucu surlardan, silahlardan ya da toplumsal eşitsizlikten eser yok.107 Aslında bu tespit, sadece bu kasaba için değil tüm Jomon kültürü için geçerli. Profesör Yasuda Yoshinori şunları söylüyor:
Jomon toplumu daha sonraki medeniyetlerin unuttuğu harika bir ilkeye sahipti: doğaya saygı ve onunla bir arada var olma, doğanın döngüsü içinde yaşayış ve toplumsal eşitliği koruma…108
Avcı-toplayıcılar gibi bahçe tarımcılarının da -yerleşik düzene ve işbölümüne rağmen- maddiyatçılık, toplumsal mevki ya da iktidar sahibi olmak konusunda takıntılı olmaması, telafi etmek zorunda kalmadıkları bir mutsuzluktan mustarip olmadıklarını gösteriyor. Diğer bir deyişle, “psikolojik uyumsuzluk” onlara şimdi bize olduğu kadar zarar vermiyordu. Örneğin kendilerinden sonra gelen İbrani, Hıristiyan ve Müslüman kültürlerin vazgeçilmez özellikleri olan günah, baskı ve ıstırap dolu ortamdan çok farklı bir atmosferde yaşıyorlardı. Aksine, psikolojik sorunlardan uzaklığın ifadesi olan bir huzur ve neşe ortamı ile hayatın kutsallığına ve dünyanın güzelliğine duyulan inanç içerisinde yaşıyorlardı. Nicolas Platon’un da belirttiği gibi, antik dönemde Giritlilerin sanat eserleri “güzellikten, zarafetten ve devingenlikten keyif aldıklarını” ve “hayattan ve doğaya yakın olmaktan zevk duyduklarını” gösteriyor.109 Daha sonraki kültürler, ölüm ve ahiret konusunda sürekli kafa yorarken Giritlilere göre “hayat her zaman neşe kaynağı olduğu için ölümden korkmuyorlardı.” Bir diğer arkeolog Sir Leonard Wooley ise şunları yazıyor: Minoan (Antik Girit) sanatı “hayatın tüm zarafetiyle olduğu gibi kabul edildiğini”110 gösteriyor.
Bahçe tarımcılarının burada kısaca bahsetmemiz gereken ve avcı-toplayıcılarla benzerlik gösteren başka önemli özellikleri de vardı ki bu tespit de avcı-toplayıcılarla bahçe tarımcıları arasında çok büyük farklar olmadığının altını bir kez daha çizmemiz gerektiğini hatırlatıyor. Birincisi, bu insanların doğaya karşı tutumları modern dünyadakinden oldukça farklıydı. Biz kendimizi doğadan kopuk görüyor ve onu, sömürme hakkına sahip olduğumuz bir kaynak olarak nitelendiriyoruz. Bu nedenle gezegenimizin yaşam döngüsüne ciddi ölçüde zarar veriyoruz. Bu insanlarsa doğaya bağlı ve saygılıydılar. Bu tutumları, Eski Avrupalıların sanat eserlerinde çok açık. Riane Eisler’in de dediği gibi, onların sanatı “hayatın gizemi karşısında duyulan şaşkınlık ve dehşeti resmeden çok zengin doğa sembolleriyle doluydu.”111 Bu imgeler, köy ve kasabaların her yanına yayılmıştı -evlerin hem iç hem dış duvarlarında, tapınaklarda, vazolarda ve oymalarda güneş, su, yılan, kelebek (ve tabi ki pek çok tanrıça) çizimleri vardı. Ayrıca birçok “kozmik yumurta” ve yarı insan yarı hayvan tanrıça resimleri de mevcuttu. Bu durum, Eski Avrupalıların doğayı bir bütün olarak gördüğünü gösteriyor. Doğayı tahrip etmeye güçleri zaten kesinlikle yetmezdi. Bu durum, kısmen az olan nüfuslarından kısmen de teknolojinin henüz gelişmemiş olmasından kaynaklanıyordu. Ancak böyle bir güce sahip olsalar bile doğanın kutsallığına duydukları inanç bunu yapmalarına zaten izin vermezdi (bu husus, Çöküş’ten etkilenmemiş ve günümüzde hâlâ varlığını sürdüren toplulukların doğaya karşı takındıkları tavra bakacağımız Dördüncü Bölüm’de daha da netleşecek).
Doğaya duyulan saygı, avcı-toplayıcıların ve bahçe tarımcılarının dinî inançlarıyla da yakından alâkalıydı. Onlarla daha sonraki insanlar arasındaki önemli bir fark, ilk insanların dinî alanla hayatlarının geri kalanını birbirlerinden ayrı tutmamasıydı. Onlara göre kutsal olan dünyadan soyut değildi. Tanrı ve Ruh her yerde ve her şeydeydi. Bu durum elbette ki doğaya bakış açılarını da etkiliyordu: çünkü doğa Ruh’un ifadesiydi. Aslını isterseniz -dünyayı gözleyen ve denetleyen yüce bir varlık olarak- tanrı kavramının, onlar için pek anlam ifade etmemiş olması oldukça muhtemel. İnsanlar, tanrı ve tanrıça kavramlarını MÖ 4000’den sonra kullanmaya başladılar. (Buradaki tartışmalı konu Eski Avrupalıların ve diğer Neolitik insanların -Gibutas gibi bilim insanlarının iddia ettiği gibi- bir tanrıçaya tapıp tapmadığı. Daha sonra da değineceğim gibi bu sadece bir varsayım ve bu iddiaya dair ortada hiç kanıt yok.)
Avcı-toplayıcıların ve bahçe tarımcılarının doğaya karşı tavrı, cinsellik ve bedenlerine olan bakış açılarıyla da benzeşiyor. Doğaya saygı duydukları için bedenlerinin doğal akışına ve içgüdülerine olumlu yaklaşıyorlardı. Dolayısıyla daha sonraki insanların aksine bedenlerine yabancılaşmamışlardı ve cinsellikten utanç duymuyorlardı. Avcı-toplayıcıların çoğu tamamen ya da yarı çıplak geziyordu. İleride de göreceğimiz gibi, cinselliğe bugünkü Avrupa standartlarıyla karşılaştırıldığında bile son derece özgürlükçü bir yaklaşımları vardı. Arkeologlar, avcı-toplayıcılara ait çakmak taşından yapılmış penis, cinsel birleşmeyi betimleyen heykelcikler ve kadınları seksi pozisyonlarda tasvir eden Venüs heykelcikleri gibi “müstehcen” birçok imge ve nesne buldular.112
Aynı müstehcenlik Neolitik bahçe tarımcılarının sanat eserlerinde de mevcut -memeleri olağandışı ölçüde büyük yapılmış çıplak hamile kadın heykelciklerinden zaten bahsetmiştik. Arkeolog Jaquetta Hawkes’a göre, Eski Avrupa uygarlığının bir parçası olan Girit’te “cinsel yaşama korkusuzca yaklaşılıyor ve cinsellik doğal karşılanıyordu.”113 Girit sanatı, cinsel simgelerle doluydu. Hawkes’a göre, dünyanın bereketini ve doğanın üretkenliğini kutlamak için her bahar mevsiminde seks merasimleri düzenleniyordu. Giritlilerin giyim tarzı da oldukça rahattı. Resimler kadınları memeleri çıplak ve bugün kısa “seksi” etekler diyeceğimiz kıyafetler giyerken gösteriyordu. Erkekler ise penislerini belirgin kılan ve kalçalarını açıkta bırakan kısa giysiler giyiyordu. Riane Eisler’e göre cinsellikle ilgili gösterilen bu açık tavır, “Girit’te hüküm süren genel barışçıl ve uyumlu havaya katkı sunuyordu.”114
Şu noktada durup bahçe tarımı döneminin sonuna yaklaşıldığı zaman, yani Çöküş’ten hemen önce dünyanın nasıl bir yer olduğunu kafamızda canlandırmaya çalışmakta fayda var.
MÖ 4000’te dünya nüfusu hâlâ çok azdı, muhtemelen 100 milyonu geçmiyordu. Bahçe tarımı Ortadoğu, Avrupa, Asya ve Kuzey Afrika’nın büyük kısmına yayılmıştı. Ancak Batı Avrupa ve Doğu Asya’ya henüz varmamıştı. Dünyanın çoğu -Avustralya’nın tümü, Kuzey ve Güney Amerika ve Afrika’nın büyük bölümü- hâlâ avcı-toplayıcılardan oluşuyordu. Daha önce de altını çizmeye çalıştığım gibi avcı-toplayıcılar ve bahçe tarımcılar arasındaki
106
a.g.e., s. 168.
107
Rudgley, 1998.
108
Rudgley, 1998, s. 32 içinde.
109
Eisler, 1987, s. 32 içinde.
110
a.g.e.
111
Eisler, 1987, s. 18.
112
Taylor, 1996; Rudgley, 1998.
113
Hawkes, 1968, s. 156.
114
Eisler, 1987, s. 39.