Çöküş. Steve Taylor
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Çöküş - Steve Taylor страница 15
Bu yeni ruhsal dünyanın bazı olumlu yanları da vardı. Bir yandan vahşet ve bencillik doğarken, bir yandan da yeni zihinsel beceriler, işlevsel zekâ ve yaratıcılık ortaya çıktı. Bazı “Eski Dünya” halkları yüksek bir teknolojik seviyeye erişse de MÖ 4000’den itibaren Ortadoğu daha öncekilere kıyasla çok daha büyük bir teknolojik gelişme yaşadı. V. Gordon Childe’ın da yazdığı gibi “MÖ 3000’den önceki yaklaşık son bin yıl, MS 16. yüzyıla kadar en çok keşfin ve icadın yaşandığı dönem oldu.”141 Bu yeniliklerin arasında (kısa sürede yük arabası ve çömlekçilikte kullanılmaya başlanan) tekerlek; saban, pulluk ve yük arabalarını çekmek için hayvanların kullanılması; rüzgâr gücüyle çalışan yelkenliler; gelişmiş bir yazı tipi; sayı sistemi ve takvim sayılabilir. Anne Baring ve Jules Cashford’un The Myth of the Goddess (Tanrıça Efsanesi) adlı kitaplarında özetledikleri gibi, Tunç Devri’nin başında “yazı, matematik ve astronomi keşfedildikçe müthiş bir bilgi patlaması yaşandı. Sanki insan zihni yeni bir boyuta geçmişti.”142
Bu yenilikler çoğunlukla Mısır ve Mezopotamya’da gerçekleşti ve bu bölgelerde ünlü antik medeniyetlerin gelişmesini sağladı. Bunların -geleneksel arkeolojinin iddia ettiği gibi- dünyanın ilk uygarlıkları olup olmadığı bu kelimeden ne anladığımıza bağlı. Marija Gimbutas gibi medeniyeti “bir halkın çevresine uyum sağlaması ve uygun sanat eserleri, teknoloji, alfabe ve toplumsal ilişkiler geliştirmesi” olarak tanımlarsak onun da öne sürdüğü gibi o zaman “Eski Avrupa” da kesinlikle bir uygarlıktı.143 Ancak klasik arkeologlar medeniyet dendi mi yaklaşık son 5000 yıldır var olan uygarlıkları kastediyor. “Medeniyet” olarak sınıflandırılmak için bir toplumun metal aletlere, toplumsal tabakalaşmaya, üretim fazlasına, güçlü merkezi yönetime, askerî güce vs. sahip olması gerekiyor. Ancak bence daha doğru olan uygarlıkları Çöküş-öncesi ve Çöküş-sonrası diye ikiye ayırmak. Eski Avrupa ile Mısır ve (Mezopotamya’nın bir parçası olan Sümerler kesinlikle farklı medeniyetlerdi.
Bu yeni uygarlık tipi, MÖ 4. binyılın ikinci yarısında gelişti (Sümerler az farkla da olsa Mısır medeniyetinden önce ortaya çıkmıştı). Arkeologlar ilk Mısırlı ve Sümerlilerin kim olduğu sorusunu hiçbir zaman kesin olarak yanıtlayamadılar. Bazı kanıtlar Nil Havzası’nı “medenileştiren” Mısırlıların, çölleşen bölgelerden gelen göçmenler olduğunu gösteriyor. Brian Griffith’in de dediği gibi, kayıtlı tarih gitgide genişleyen çölden gelen göç dalgasının gölgesinde Kuzey Afrika’da gelişti: “Mısırlılar hanedanlık kurulmadan önce, çoğu çölden yeni gelmiş kabilelerden oluşuyordu.”144 Nil çevresinde ilk toplumsal karışıklık, kendilerine “Horus’un145 takipçileri” diyen bir halkın yönetici sınıf olmasıyla yaklaşık MÖ 3300’de başladı. DeMeo’ya göre “Samilerle ortak pek çok yanları vardı.”146 Konuştukları dil, aslında Sami (ya da Hint-Avrupalı) olmadıklarını gösteriyor. Ancak sözcük dağarcıklarında Sami dillerinden geçmiş pek çok kelime bulunduğu için onlarla yakın temas içinde oldukları da aşikâr.
Sümerlerin kökenleri de muğlak. Ancak MÖ 4. binyılın son yarısında Mezopotamya’ya varan göçmenler olduklarını bildiğimiz için147 onların da çölleşmeden kaçtığını varsayabiliriz. Arabistan ve Suriye çöllerinin kültürüyle benzerlikler taşıyan ilk dönemlerden kalma silindir şeklindeki mühürler de bu görüşü destekliyor.148 Sümerlerin Samilerle de ilişkileri vardı. Kökenleri ne olursa olsun ilk başlardan itibaren aralarında Sami azınlıkların olduğu biliniyor. Zaman ilerledikçe Sami dillerinden aldıkları kelimelerin sayısı da arttı. Bu durum insana, Samilerin daha baskın bir kültür olmaya başladığını düşündürüyor. En sonunda Sümerlerin çoğu “Sami kökenli” haline geldi.149 DeMeo’ya göre, arkeolojik kanıtlar “Nil, Fırat ve Dicle nehirleri etrafındaki (yani Mısır ve Sümer uygarlıklarının geliştiği yerlerdeki) ve Doğu Akdeniz, Anadolu ve İran’ın daha nemli yüksek yerlerindeki yerleşim alanlarının, Arabistan ve/veya Orta Avrupa’yı terk eden halklar tarafından işgal edildiğini ve ele geçirildiğini”150 gösteriyor.
Aslında bu bağlantıları kurmamıza hiç gerek yok çünkü kültürlerine baktığımızda antik Mısır veya Sümer’de yaşamış insanların zaten Sahra-Asyalı oldukları çok açık. İlk başlarda sadece kısmen atacıl olsalar da kültürleri Eski Avrupalılar ya da diğer tarihöncesi insanlarınkine kıyasla Hint-Avrupa ve Sami halklarınkine çok daha yakındı.
Toplumsal tabakalaşmanın Sümer kültürünün bir parçası olduğunu zaten gördük. Sümerler maddiyat ve zenginlik konusunda son derece “modern” bir tutkuya sahiptiler. Bu özellikleri, avcı-toplayıcıların mülkiyetten uzak kültürlerine elbette çok yabancıydı. Samuel Noah Kramer’in de ifade ettiği gibi, “Sümerler servet ve mülkiyet edinmek için takıntılı bir çaba içerisindelerdi.” Belgeler “tarlaları sürekli ekili tutmak, bahçeleri sebzelerle donatmak, ağılları koyunlarla doldurmak ve daha fazla süt, kaymak ve peynir üretmek için insanların takıntılı derecede endişelendiğini”151 gösteriyor. Bu sahip olma tutkusu, elbette toplumsal eşitsizliği de doğurdu. Mezarlıkların ortasında yer alan kraliyet ailesine ait kabirlere müthiş servetler gömülüyordu. Aynı zamanda mezarlıkların uzak köşelerinde yer alan pek çok mülksüz, sade ve küçük kabir de mevcuttu.152 MÖ 3. binyıldan kalma planlar ise evlerin çok farklı büyüklükte inşa edildiğini gösteriyor. Bazı evler özenle tasarlanmış büyük “malikaneler,” bazılarıysa zaten var olan binaların arasında kalan boşluklara sıkışmış bir odalı harap kulübelerdi. Cambridge Üniversitesi’nden arkeolog Joan Oates şunları söylüyor:
Mezopotamya’daki (Sümerlerin de üzerinde yaşadığı geniş toprak parçasındaki) toplumsal yapının belki de en ilginç yanı, iktisadi kutuplaşmanın her daim varlığını sürdürmesiydi. Toplum iki gruba ayrılmıştı: üretim araçlarına -özellikle de toprağa- sahip olanlar ile bunlara bağımlı olanlar.153
Sümer, hepsi de birbirinden 15-50 km uzaklıkta ve Fırat ile Dicle nehirleri arasına yayılmış pek çok kentten oluşuyordu (bu şehirlerin sayısı MÖ 2500’de yaklaşık elli taneydi). Bu şehir-devletlerinin ilk kralları sonrakilere kıyasla daha az zalimdiler. Ancak yine de birbirleriyle savaşıyorlardı. Dolayısıyla devasa surlar inşa etmeye ve atlı “savaş arabaları” gibi askerî teknolojiler geliştirmeye mahkûmdular. MÖ 3. binyılın ilk yarısına gelindiğinde vahşet ve askerî hırs tamamen hüküm sürmeye başlamıştı. Joan Oates’ın da yazdığı gibi, her ne kadar
140
Lenski’nin bu toplumlar için “ileri bahçe tarımı yapan” ifadesini kullanması aslında biraz sorunlu. Bu tespitten yola çıkarak, “ilkel bahçe tarımı yapan” toplumlarla ortak bir zeminde birleştikleri sonucuna varılabilir. Oysa ki gerçekte her iki toplumun da bahçe tarımı yaparak geçinmesi, sergiledikleri devasa farklılıklar arasında sadece tesadüfi bir benzerlik olabilir. Lenski’nin ilkel ve ileri bahçe tarımcı topluluklar hakkında verdiği istatistiki veriler de bu tespiti doğruluyor. Aynen arkeolojik kanıtlar gibi, bu veriler de ani bir dönüşümün yaşandığını; savaşların, sınıfsal tabakalaşmanın, eşitsizliğin ve köleliğin büyük ölçüde arttığını gösteriyor. Örneğin savaşlar, ileri bahçe tarımcı toplulukların %34’ünde süreklilik gösterirken bu rakam basit bahçe tarımcılar için sadece %5 idi. İleri bahçe tarımcı topluluklarda sınıfsal tabakalaşmaya rastlanma oranı %54 iken aynı oran basit bahçe tarımcılar için %17. Hatta bir adım daha öteye gidebiliriz. Çünkü sınıfsal tabakalaşma toplumsal eşitsizliğin aslında sadece bir yanını teşkil ediyor. Örneğin, sınıfların olduğu bir toplum aynı zamanda eşit de olabilir. Mesela, yukarıda bahsi geçen basit bahçe tarımcı toplumların % 17’si için bu durum geçerli olabilir. Lenski’nin de dediği gibi, “[İleri bahçe tarımcıların] sınıfsal yapısı genel olarak daha karmaşık, daha eşitsiz ve sıklıkla babadan oğula geçiyor” (1978, s. 170).
141
Childe, 1964, s. 77.
142
Baring & Cashford, 1991, s. 150.
143
Gimbutas, 1982, s. 17.
144
Griffith, 2001, s. 104.
145
Antik Mısır’daki güneş ve savaş tanrılarından biri (ç.n.)
146
DeMeo, 1998, s. 231.
147
Baring & Cashford, 1991; Crawford, 1991.
148
Baring & Cashford, 1991.
149
DeMeo, 1998.
150
DeMeo, 2000, s. 12.
151
Kramer, 1969, s. 16.
152
Crawford, 1991.
153
Oates, 1986, s. 68.