Çöküş. Steve Taylor
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Çöküş - Steve Taylor страница 3
İkincisi, savaş “insanlık kadar eski” değil, aksine -en azından türümüz söz konusu olduğunda- nispeten yakın zamanda ortaya çıkan tarihi bir gelişme. İlk insanların modern insandan çok daha saldırgan, savaşçı ve ilkel “vahşiler” olduğuna dair varsayım hâlâ söz konusu – ancak son birkaç on yıldır yapılan arkeolojik ve etnografik çalışmalar bunun doğru olmadığını kanıtladı. Burada bu konunun ayrıntılarına girmeyeceğim çünkü bir sonraki bölümün büyük bir kısmı zaten bununla ilgili. Ancak yine de sözde “ilkel” insanların, gruplar arası ya da van der Dennen’in sözünü ettiği “bireyler arası” şiddetten uzak durduğu fikrinin artık genel kabul gördüğünü hatırlamakta fayda var. İlk insanlar hakkında toplanan verileri inceleyen van der Dennen, çoğunun “belirgin olarak savaş karşıtı” olduğunu ve “savaşa başvurmadığını ya da temelde savunma amaçlı başvurduğunu” belirtiyor ve ancak küçük bir azınlığın “ılımlı ölçülerde, düşük yoğunluklu ve/veya ritüelleşmiş savaşlar yaptığı” sonucunu paylaşıyor.9 Antropolog R. Brian Ferguson ise “kanıtların savaşın insanlık tarihinde oldukça yeni bir gelişme olduğuna işaret ettiğini ve eski kuşaklar basit bir yaşam süren göçebe avcı-toplayıcılar olmaktan vazgeçtiğinde ortaya çıktığını gösteriyor”10 diye yazdı.
Göreceğimiz gibi savaşlar yaklaşık MÖ 4000 yılında başladı. Ancak insanlar bu tarihten itibaren, adeta kaybedilen zamanı telafi etmek istermişcesine, gezegenimizin büyük bir kısmını daimi bir savaş alanına dönüştürdü. Avrupa devletleri 19. yüzyıla kadar ortalama her iki senede bir komşularıyla savaştı. 1740-1897 yılları arasında Avrupa’da 230 savaş yaşandı ve devletler savaş harcamaları için neredeyse iflas etmeyi göze aldı. 18. yüzyılın sonunda Fransız hükümeti bütçesinin üçte ikisini orduya harcarken Prusya’da bu oran %90’dı.11 Savaşlar 19. ve 20. yüzyıllarda sanki azalmış gibi gözüküyor ama bunun tek nedeni savaşların daha hızlı bitmesine neden olan devletlerin elindeki korkunç teknolojik güç. Bu nedenle de savaşlarda ölen insanların sayısı eskiye göre çok arttı. 1740-1897 yılları arasında yaşanan tüm savaşlarda sadece otuz milyon kayıp varken, sadece Birinci Dünya Savaşı’nda beş ila on üç milyon insanın öldüğü tahmin ediliyor. İkinci Dünya Savaşı’nda bu rakam elli milyona ulaştı.
Farklı insan grupları arasındaki savaşlardan bahsederken elbette ki aynı grubun içinde yaşanan çatışmaları da gözardı etmemek gerekiyor. İç çatışma da dış düşmana karşı yapılan savaşlar kadar eski. Yönetici sınıfların üyeleri iktidar için birbirleriyle sürekli mücadele etti, dini gruplar inançları için savaştı ve baskı altındaki sınıflar yöneticilere karşı sık sık isyan etti. Roma İmparatorluğu’nda iç çatışmalar o kadar yaygındı ki imparator olmak neredeyse kendini erken -ve genellikle korkunç- bir ölüme mahkûm etmekle eşanlamlıydı. 79 imparatordan 31’i cinayate kurban gitmiş, altısı intihara zorlanmış ve çoğu da düşmanlarıyla giriştikleri mücadele sonrasında gizemli bir şekilde ortadan kaybolmuştu. Sınıf çatışmasına gelince, tarihçiler Çin’de Orta Çağ’da neredeyse her sene büyük bir köylü ayaklanmasının ve 1801-1861 yılları arasında Rusya’da 1467 isyanın gerçekleştiğini tahmin ediyor.12
Sanırım kayıtlı tarih boyunca insanlığın üç temel özelliği taşıdığını söylemek mümkün (ancak ileriki sayfalarda da göreceğimiz gibi bu tespitin geçerli olmadığı bazı insan toplulukları da mevcut). Bu özelliklerden ilki savaşlar, ikincisi ataerkillik ya da erkek egemenliği, üçüncüsü ise toplumsal eşitsizlik.
Feminist okurlar benim “insan ırkı”nın her zaman savaştığı fikrime çoktan karşı çıkmış olabilirler. Gerçekte insan ırkının sadece yarısı savaştı çünkü savaş neredeyse her zaman sadece erkeklerin dahil olduğu bir süreç oldu. Hatta erkekler kadınlara karşı da hep bir savaş içinde oldu. Son birkaç binyılın tarihi, bitmek tükenmek bilmeyen bir savaşlar dizisi olduğu kadar, erkeklerin kadınlara uyguladığı şiddetin ve baskının da hikâyesi.
Ataerkilliğin -ya da erkekleri kadınlar üzerinde kurduğu baskının- da savaşlar gibi kaçınılmaz olduğu öne sürüldü. Örneğin sosyolog Steven Goldberg The Inevitability of Patriarchy13 (Ataerkilliğin Kaçınılmazlığı) adlı eserinde yüksek testosteron seviyesinin erkekleri kadınlardan daha saldırgan ve rekabetçi kıldığını iddia etti. Ancak bu görüş var olan gerçeklerle uyuşmuyor çünkü ataerkillik oldukça yeni bir tarihsel olgu. Paleolitik ve erken Neolitik dönemlere (yani Yontma Taş Devri ve erken dönem Cilalı Taş Devri’ne) ait sanat eserleri, ölü gömme adetleri ve kültürel alışkanlıklar erkek egemenliğinin bu toplumlarda kesinlikle var olmadığını gösteriyor.14 Kadınlar bu toplumlarda en az erkekler kadar önemli görevlere ve onlarla aynı hak ve özgürlüklere sahipti. Üstelik bu toplumların çoğunun anaerkil olduğu bile söylenebilir; mülkler, “anne tarafından” ve “annenin yerlisi olduğu bölgeden” miras bırakılıyor ve erkek evlendikten sonra damat içgüveysi olarak gelinin ailesiyle yaşamaya başlıyordu. Ayrıca bazı kültürlerde çocuklar babalarının değil annelerinin ismini alıyordu. Birazdan ilk insanlar arasında da benzer geleneklerin olduğunu ve erkek egemenliğinin var olmadığını göreceğiz.
Aynen savaşlar gibi ataerkillik de yaklaşık MÖ 4000 yılında ortaya çıkmış gibi gözüküyor. O zamandan bu yana, dünyanın birçok bölgesinde kadınların toplumsal konumu kölelerden sadece biraz daha yüksek oldu. Avrupa, Ortadoğu ve Asya’daki neredeyse hiçbir toplumda kadınlar siyasi, dini ve kültürel yaşamda etkili olamadılar. Bu alanlarda çalışmaya uygun olmadıkları baştan varsayılıyor ya da “kadın düşmanı” filozof Schopenhauer’ın sözleriyle “çocukça, aptal ve kıt görüşlü… çocukla erkek arasında ortada bir yerlerde”15 durdukları düşünülüyordu. Mülk sahibi olamıyor, miras edinemiyor, hatta bu yetmezmiş gibi bir de kendilerine mülk gibi davranılıyordu. Bazı ülkelerde tefeciler ya da vergi tahsildarları erkeklerin borçlarına karşılık onlara el koyabiliyordu (örneğin bu gelenek, 7. yüzyıldan itibaren Japonya’da yaygın bir hal almıştı). Asurlularda tecavüzün cezası, tecavüzcünün karısını kurbanın kocasına vermekti ve adam ona istediği gibi davranma özgürlüğüne sahipti.16
Belki de en korkuncu, bazı kültürlerde suttee’nin (antropologlarca törensel dul cinayeti ya da törensel dul intiharı olarak adlandırılan geleneğin), yani kadınların eşlerinin ölümünden kısa bir süre sonra öldürülmesi ya da kendilerini öldürmelerinin devam ediyor olması. Bu gelenek, 20. yüzyıla kadar Çin ve Hindistan’da oldukça yaygındı ve nadiren de olsa günümüzde benzer vakalara rastlamak mümkün. Hindistan’da Brahman erkeklerin eşleri, kendilerini kocalarının cenaze töreninde yakılan ateşe atıyordu. Hindu geleneklerine göre bir kadın eşi öldüğünde noksan ve günahkâr olur, toplumdan dışlanır ve bir daha asla evlenemezdi. Bu nedenle kadınlar, bazen suttee’nin daha iyi bir seçenek olduğunu bile düşünüyordu.
Günümüzde Avrupa ve Kuzey Amerika’da cinsiyetler arası eşitliğe bir nebze de olsa alıştık, ancak dünyanın birçok yerinde kadınlar hâlâ köle muamelesi görüyor. Pek çok ülkede -özellikle Ortadoğu’da-kadınlar toplumdan
8
Fromm, 1974.
9
van der Dennen, 1995, s. 595.
10
Ferguson, 2000, s. 160.
11
Ehrenreich, 1996.
12
Lenski & Nolan, 1995.
13
Goldberg, 1973.
14
Eisler, 1987; Gimbutas, 1991; DeMeo, 1998; Griffith, 2001.
15
Schopenhauer, 1930, s. 65.
16
DeMeo, 1998.