Aşk başka yerde. Elif Usman
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Aşk başka yerde - Elif Usman страница 8
“Ne yapsın? Delirmiş işte. Cümle âleme rezil oldum diye bir daha insan içine çıkamamış. Kendini eve kapatmış.”
“Bey babası vurmamış mı oğlanı?”
“Vuracakmış. Ama Cavidan Hanım yapma diye yalvarmış, ayaklarına kapanmış babasının. Onu vurursan ben de ölürüm, canıma kıyarım demiş.”
“O kadar seviyormuş demek.”
“Ne yaparsın, gönül işte. Ota da konar, boka da.”
Umut’un anası manidar manidar iç geçirdi.
“Bilmez miyim…”
“Ama ben sana bişey deyim mi, Cavidan Hanım delirmiş me-lirmiş ama gene de ucuz kurtulmuş. Allah korumuş onu o oğlandan.”
“Niye kız?”
Hatice cevap vermeden önce Umut’tan yana bir bakış attı. Umut sobanın yanında kıvrılmış, açlıktan ve sıkıntıdan uyuklamaya başlamıştı. Hatice, sesini biraz alçaltarak, “Oğlan cani ruhlu çıkmış,” dedi. “Cavidan Hanım’ı bıraktıktan sonra, gidip sevdiği kızla evlenmiş. Sonra da kızcağızı baltayla doğramış.”
“Hihh!”
“Yaa… Durduk yere canına kıymış karısının. Üstelik de altı aylık hamileymiş kadın. Kendi çocuğuna bile acımamış katil herif.”
Umut birden gözünü açtı. Komşu kadının son sözlerinde tanıdık bir koku vardı. O hafta içinde, altı aylık hamileyken ölen bir kadından, doğmamış bir çocuktan bahsedildiğini kim bilir kaçıncı kez duyuyordu Umut. İhsan her gün Filiz’i anlatıyordu ona. Bu garip bir tesadüften mi ibaretti, yoksa… Ama hayır, o katil adam, İhsan Amca olamazdı. Mümkün değildi bu. İhsan’ın ölen karısıyla doğmamış çocuğundan nasıl içten bir sevgiyle, nasıl büyük bir hasretle ve nasıl derin bir acıyla bahsettiğine gözleriyle kulakları şahit olmuşken, bile böyle bir şeyi aklına bile getiremezdi.
Yine de korkunç bir şüpheyle allak bullak olmuştu Umut. Düşünmemeye, konuşulanları dinlemeye çalıştı. Annesiyle komşu kadının seslerini çok uzaktan geliyormuş gibi duyuyordu.
“Ne olmuş adama sonra?” diye soruyordu annesi.
“Hapse girmiş helbet. Hâkim ömür boyu hapis cezasına çarptırmış. Hemi de iki defa…”
İnsanın iki ömrü yoktu ki. Nasıl iki defa oluyordu? Gıdıklanmış gibi gülmek geldi Umut’un içinden. Büyüklerin saçmalıkları hep içini gıdıklardı zaten. Gülmemek için kendini zor tutarak düşündü. Mademki adam iki defa ömür boyu hapis yatacaktı, o halde İhsan Amca olamazdı. Tam rahatlamıştı ki, birden başka bir ihtimal daha sundu aklı: Ya kaçtıysa hapisten? Dalton Kardeşler hep kaçardı. O da kaçmış olabilirdi. Gerçek hayatta da kaçılabiliyor muydu hapishanelerden acaba?
Kaçılabiliyordu. Ama İhsan kaçmamıştı. Afla çıkmıştı. Sudan çıkmış balık nasıl olursa, o da öyle olmuştu hapisten çıkıp da kendini dışarıda bulduğunda. Otuz senedir bir kere bile düşünmemişti çıkabileceğini. Hayatının sonuna kadar o dört duvar arasında yaşayacağından, o dört duvar arasında öleceğinden emindi. Af haberini aldığında şaşkınlıktan donup kalmıştı. Diğer mahkûmlar gibi sevinememişti. Koğuştaki bayram havası zehirli bir gaz gibi yakmıştı ciğerlerini. Ne yapacaktı çıkıp? Ne vardı dışarıda?
Yalnızlık vardı. Bir de bilinmezlik vardı. Başka bir şey yoktu. Hapiste geçirdiği otuz sene gerçekten de iki ömre bedeldi. Yaşayacak daha fazla ömrü kalmamıştı. Tükenmişti. Onun için her şey bitmişti. İçeride yarı ölü yaşayıp gidiyordu öleceği günü bekleyerek. Dışarıda nasıl yaşayacaktı?
Hapishane kapıları açılıp da yıllardır ilk kez sokağa adım attığında ikinci adımı atamadan durmuştu. Durmuş ve ailesine, yakınlarına kavuşan mahkûmları seyretmişti. Onları saran mutluluğun kendisine de değmesini beklemişti. Ama acıdan başka bir şey vermemişti ona gördükleri. Yoksunluğunu hatırlatmaktan, yalnızlığını yüzüne vurmaktan başka bir işe yaramamıştı. Herkes gidene, sokak bomboş kalana dek kalmıştı orada. Nereye gideceğini bilmiyordu. Doğup büyüdüğü köyden başka gidecek bir yeri yoktu. Elli beş yıllık ömrünün neredeyse yarısını orada, yarısını da içerde geçirmişti. Başka bir yer yoktu bildiği, gidebileceği.
İdama giden bir mahkûm gibi gelmişti köyüne. Bir yabancı gibi yürümüştü köyünün hiç değişmemiş sokaklarında. Bir suçlu gibi kaçmıştı eskiden tanıdığı, onu tanıyan birileriyle karşılaşmaktan. Yolunu değiştirmiş, köyün oldukça dışında kalan evine köyün dışındaki insansız yollardan gitmişti. Otuz senedir kapalı duran evinin kilit vurulmuş kapısını bir hırsız gibi kırıp açmıştı. Bir hayalet gibi dolaşmıştı korkunç anılarla dolu evin içinde. Ve bir çocuk gibi ağlamıştı, divanın altında Filiz’in başörtüsünü bulduğunda.
Karısının mezarını ilk kez ziyaret ettiğinde, ölmek için daha uygun bir zaman ve daha uygun bir yer olamayacağına karar vermişti. O gün orada ölemeyişi, trenin kaçması demekti bir anlamda. Ölüm treni hızla uzaklaşırken, hayat treni girmişti gara. “Umut” adlı tekneyi satın aldığında, hayat trenine binmeyi, yola devam etmeyi seçmişti İhsan da.
Sonsuza dek kaybettiğini sandığı umudu yeniden bulmamın sevinciyle yeni bir yaşamın hayalini kurmuştu. Devam eden iki hafta boyunca da hiçbir gölge düşmemişti bu yeni yaşamın üzerine. Umut, her geçen gün güçlenmişti. İhsan da yeniden yaşayabileceğine, her şeye baştan başlayabileceğine giderek daha çok inanmıştı.
Satın aldığı tekneyi onarırken, kendi yaralarını da sarmıştı sanki. Teknenin yer yer dökülmüş, eskimiş, kirlenmiş boyasını kazırken, ruhuna yapışmış acıları da törpülemişti. Beyaz yağlı boyayla, tekneyi yeniden boyarken, geçmişine ait kalıntıların da üzerini sıvamıştı. “Umut” kelimesini mavi harflerle eski yerine tekrar yazarken, yüreğine de tekrar yazmıştı.
Teknenin boyasının kurumasını sabırsızlıkla beklemiş, bu bekleyiş sırasında da yorgun bedenini dinlendirmişti. Beklemenin ne güzel bir duygu olduğunu hatırlamıştı. O kadar uzun zamandır beklediği hiçbir şey yoktu ki…
Umut’la arkadaş olmalarından sonra son umutsuzluğundan, yalnızlığından da kurtulduğunu hissetmişti.
O son gün Umut’tan ayrıldıktan sonra, köye geldiğinden beri ilk defa uzun, bozuk ve insansız yollardan değil, köyün içinden geçerek döndü evine. Tanıdık birisiyle karşılaşmaktan, göz göze gelmekten ilk defa korkmadı. Belki de bu yüzden kimseyle karşılaşmadı. Akşam yemeğini her zamanki gibi evde bir başına yedikten sonraysa çıkıp kahveye gidecek ve insanların arasına karışacak cesareti kendinde buldu.
Bir kaçak gibi yaşadığı iki haftadır önünden geçmeye bile çekindiği kahveye yaklaştıkça göğsü sıkışmaya başladı. Adımları yavaşladı. Kaçma isteğine bütün gücüyle karşı koymaya çalıyordu. Beyni, yorgunluktan adım atacak hali kalmamış askerlerine