Cennetin bu yakası. Фрэнсис Скотт Фицджеральд
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Cennetin bu yakası - Фрэнсис Скотт Фицджеральд страница 8
Çocuklar ona bayılırdı, çünkü kendisi de çocuk gibiydi. Gençler ona içlerini dökerdi, çünkü o da hep gençti ve anlattıkları hiçbir şey onu şaşırtamazdı. Doğru yerde ve zamanda doğmuş olsa bir Richelieu olabilecekken mevcut durumda çok ahlaklı, çok dindar (sofuluk derecesinde olmasa da) bir din adamıydı; nerede ne konuşması gerektiğini bilir, hayatın her yönüyle tadını çıkarmasa da hakkını verirdi.
O ve Amory daha ilk görüşte birbirlerinden hoşlanmışlardı. Elçilik balosundakilerin bile başlarını döndürebilecek bu şen şakrak, etkileyici adam ve ilk uzun pantolonunu giyen bu yeşil gözlü, hırslı genç, yarım saatlik bir sohbetin ardından birbirlerini baba oğul gibi görmeye başlamışlardı.
“Sevgili oğlum, yıllardır seni görmeyi bekliyordum. Kendine koca bir sandalye çek de şöyle bir laflayalım.”
“Şimdi okuldan geliyorum, St. Regis’i bilirsiniz.”
“Annen söylemişti ki kendisi harikulade bir kadındır, sigara al, eminim içiyorsundur. Eğer sen de benim gibiysen fen ve matematik derslerini hiç sevmiyorsundur…”
Amory hiddetle başını sallayarak onayladı.
“Hepsinden nefret ediyorum. İngilizce ve tarihten de.”
“Elbette. Okuldan da bir süre nefret edeceksin ama St. Regis’e gidiyor olmana sevindim.”
“Neden?”
“Çünkü orası tam bir beyefendi okulu, kalıtımsal sınıf farkı ve ayrımcılık gibi konularla erkenden tanışmamış olursun. Nasılsa üniversitede buna bolca maruz kalacaksın.”
Amory “Princeton’a gitmek istiyorum,” dedi. “Sebebini bilmiyorum ama bütün Harvard’lıların eskiden benim olduğum gibi hanım evladı olduğunu düşünüyorum. Bütün Yale’liler de mavi hırkalar giyip pipo içen tipler.”
Monsenyör kendini tutamayıp güldü.
“Ben de onlardan biriyim, biliyorsun.”
“Ama siz farklısınız… Princeton’lı olmayı aylak, yakışıklı ve aristokrat olmak gibi görüyorum… Tıpkı bir bahar günü gibi, anlarsınız ya. Harvard ise dört duvar arasında olmak gibi…”
Monsenyör “Yale de Kasım gibi, canlı ve hareketli,” diye tamamladı.
“Aynen öyle.”
Sarsılmaz bir yakınlık kurmaya başlamışlardı.
Amory “Ben Bonnie Prince Charlie’nin tarafındaydım,” dedi.
“Elbette öylesindir… Peki ya Hannibal’ın?”
“Evet, bir de Güney Konfederasyonu’nun.” İrlandalı bir vatansever gibi gözükmek konusunda şüpheleri vardı (İrlandalı olmanın sıradan olmak anlamına geldiğini düşünürdü) ama Monsenyör İrlanda’nın kaybedilmiş romantik bir kavga, İrlandalılarınsa çok cana yakın insanlar olduğunu söyleyerek onu rahatlattı. Üstelik kendisinin bu konuda peşin hükümlü olduğunu memnuniyetle dile getirdi.
Yoğun geçen bir saatin ve onlarca sigaranın ardından Monsenyör Amory’nin Katolik olarak yetiştirilmediğini duyunca dehşete düşmemiş olsa da epey şaşırdı ve başka bir misafir daha beklediğini söyledi. Bu misafir Boston’lı saygıdeğer Thornton Hancock’tı: The Hague’un eski bakanı, ünlü Ortaçağ Tarihi’nin bilgili yazarı ve tanınmış, vatansever, parlak bir ailenin hayattaki son üyesi.
Monsenyör bir sır veriyormuşçasına “Buraya biraz dinlenmek için geliyor,” dedi. Amory’ye sanki akranı gibi davranıyordu. “Beni bilinemezliğin verdiği yorgunluğu atabileceği bir liman olarak görüyor, sanırım onun o ağırbaşlı ihtiyar aklının aslında karışık olduğunu ve kilise gibi tutunacak bir dal aradığını gören tek insan benim.”
Birlikte yedikleri ilk öğle yemeği Amory’nin hayatının ilk dönemlerine dair unutulmaz bir anıydı. Amory sıradışı bir parlaklık ve cazibeyle ışık saçıyordu. Monsenyör soru ve önerilerle onun en iyi yanlarını ortaya çıkarıyor, Amory de büyük bir şevkle heveslerinden, arzularından, pişmanlıklarından, inançlarından ve korkularından bahsediyordu. Sohbet o ve Monsenyör arasında geçiyordu ve yaşlı adam daha ihtiyatlı, daha az kabullenici fakat yine de mesafeli olmayan bakış açısıyla bu ikisinin arasında geçen konuşmaları dinleyip tatlı gün ışığının keyfini çıkarıyordu. Monsenyör çoğu insanda gün ışığı etkisi yaratırdı. Amory de gençliğinde, biraz da yaşlılığında öyleydi ama bu, asla ikisinin arasındaki gibi böylesine karşılıklı ve içten olmayacaktı.
Her iki kıtanın da ihtişamını görmüş, Parnell, Gladstone ve Bismarck’la sohbet etmiş olan Thornton Hancock “Pırıl pırıl bir genç,” diye düşünmüştü. Sonrasında da Monsenyör’e şöyle demişti: “Fakat onun eğitimi bir okulun ya da üniversitenin insafına bırakılmamalı.”
Ama sonraki dört yıl boyunca Amory’nin zihni popülerlik mevzuları, üniversitedeki sosyal sistem eşitsizlikleri ve Biltmore Teas ile Hot Springs arasındaki golf sahalarında boy gösteren Amerikan sosyetesiyle meşgul olacaktı.
Muhteşem bir haftanın sonunda Amory’nin aklı tersyüz oldu, yüzlerce teorisi doğrulanmış ve yaşama sevinci binlerce yeni gayeyle taçlanmıştı. Sohbetin eğitimle alakası yoktu, Tanrı korusun! Amory, Bernard Shaw’un kim olduğuna dair pek fikre sahip olmasa da, Monsenyör, The Beloved Vagabond ve Sir Nigel’ı11 ele alış tarzıyla Amory’nin bir kez bile kendini yetersiz hissetmesine sebep olmadı.
Yine de Amory’nin kendi kuşağıyla yaşayacağı ilk çatışmanın yaklaştığı hissediliyordu.
Monsenyör “Gittiğin için üzgün değilsin, tabii. Bizim gibi insanlar için ev, o an olmadığımız yerdir,” dedi.
“Üzgünüm…”
“Hayır, değilsin. Senin ya da benim için bu dünyada vazgeçilmez kimse yoktur.”
“Pekâlâ…”
“Hoşça kal.”
Amory’nin St. Regis’te geçirdiği ilk iki yıl kimi zaman acılarla dolu kimi zaman da sevinçliydi; ama Amerikan hazırlık okulu genel olarak bir Amerikalının hayatında üniversitenin gölgesinde kalmaya mahkûm olduğundan bu yılların Amory’nin hayatına da ciddi bir etkisi olmadı.
Başlarda
11