Patrona Halil. Maurus Jókai

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Patrona Halil - Maurus Jókai страница 5

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Patrona Halil - Maurus Jókai

Скачать книгу

haline ve tavrına bakan birisi, onun uyuşturucu satmadığını kolaylıkla anlayabilirdi. Ruhu uyuşturan böyle şeyleri tezgâhında satmayacağına dair kendi kendine söz vermişti. Ne zaman bu konudaki kararlılığında bir gevşeme hissetse kendisine verdiği bu sözü aklına getirirdi. Zaman zaman etrafına topladığı komşularına bu mesele hakkında söylevler veriyordu. Afyon belasını inançlı insanların başına, onları mahvetmek isteyen şeytan musallat etmişti. Afyon cinlerin pisliğiydi. Buna rağmen Müslümanlar bu pis şeyi ağızlarına alıp çiğnemekten, dumanını içlerine çekmekten çekinmiyorlardı. Bu yaptıkları onlar, gelecek kuşaklar ve tüm İslam dünyası için büyük bir felakete neden olacaktı. Komşuları onu karşı çıkmadan dinleseler de olabildiğince fazla miktarda afyon satmaya devam ediyorlardı. Zira afyon ticareti benzerleri arasında en kârlısıydı. Meseleyi kendi aralarında da tartıştıkları oluyordu. Herhangi bir kişi bıçakla kendi boğazını kesebilir diye tezgâhlarda bıçak satmaktan vazgeçmek akıllıca bir iş miydi? Halil’in ticaretten anlamadığı çok açıktı. Elde ettiği küçük kârla mutlu oluyor ve asla daha fazlasını istemiyordu.

      Birdenbire beş bin kuruşa sahip olan Halil, ne yapacağını şaşırmıştı. Gerçekten arzuladığı şey, erişemeyeceği kadar uzaktaydı. Gönlünde yatan arzu; donanma filolarını, savaş düzenindeki şanlı orduları yönetmekti. Şehirler ve kaleler inşa etmek; bir emriyle yükselttiği paşaları bir diğeriyle indirmek istiyordu. İçinde her şeye hakim olma arzusu vardı. Ne yazık ki sahip olduğu beş bin kuruş, bu hayallerin gerçekleşebilmesi için yeterli değildi. Bir açıdan bakıldığında çok fazla gözüken bu para, hayallerinin büyüklüğü karşısında çok küçük kalıyordu. Sonuç olarak elindeki parayla ne yapacağını hâlâ bilemiyordu.

      Dükkânı, pazarın nispeten daha tenha bir bölümüne bakıyordu. Bu boş alan, pazarın esnaflara ait dükkân ve tezgâhların bulunduğu bölümünden yüksek demir korkuluklarla ayrılmıştı. Burası, kölelerin en aşağı sınıfının alınıp satıldığı bir köle pazarıydı. Halil dükkânından burada yaşananları izlerdi. Her gün yirmiye yakın insan, tezgâhtaki mallar gibi sergilenir ve satışa sunulurdu. Artık alışmıştı bu manzaraya.

      Köle pazarında, şair ve romancıların anlatmaktan çok hoşlandığı dokunaklı manzaralardan eser yoktu. Lafın gelişi burada Derbend’in zengin tüccarının en yüksek teklifi verenlere sunduğu şehvet dolu mucizevi güzelliklere rastlayamazdınız. Erkeklerin sert bakışlarını üzerlerinde fark ettiklerinde yanakları kızaran ve yeni efendilerinin kendilerini çağıran sesleriyle gözleri dolan Çerkez ve Gürcü bakireler hani neredeydi? Bu civarda böyle şeyler yoktu. Burası yıllarca kullanıldıktan sonra bir kenara atılan işe yaramaz esirlerle doluydu. Derileri buruş buruş olmuş yaşlı zenci kadınlar, artık hiçbir işe yaramayan, içleri kinle dolu eski beslemeler… Bu insanlar emirlerini yerine getirecekleri yeni sahiplerinin kim olacağı konusunda tam bir kayıtsızlık içerisindeydiler. Ne kadar kaliteli olduklarını ballandıra ballandıra anlatan mezatçının konuşmalarını da aynı kayıtsızlık içerisinde dinliyorlardı. İstekli alıcılar işlerine yarayıp yaramayacaklarını anlamak için dişlerini, kollarını ve bacaklarını inceledikleri sırada sanki orada değillermiş gibi davranıyorlardı.

      Halil her zaman olduğu gibi, pazardaki dükkânının önünde oturuyordu. Bu sırada çığırtkan, köle pazarının ortasında beliriverdi. Peçeli bir cariyenin elini tutuyordu. Bağırarak anlatmaya başladı:

      “Merhametli Müslümanlar! Hele bir bakın. Sizlere haşmetli Sultanımızın hareminden bir odalık getirdim. Kendisi bizzat Padişahımızın emriyle açık artırmaya çıkarılmıştır. Bu odalığın ismi Gülbeyaz’dır. On yedi yaşındadır. Dişleri tamam, sağlığı yerindedir. Cildi temiz, saçları gürdür. Dans edip şarkı söyleyebilir. Elinden, kadınlara özgü her iş gelir. En yüksek ücreti veren ona sahip olacak, satış geliri ise dervişler arasında pay edilecektir. Şimdiden onun için iki bin kuruş verenler vardır. Gelin ve inceleyin onu. Kim daha fazlasını verirse ona sahip olacak.”

      “Aman Allah korusun!” dedi akıllı bir tüccar. “Böyle bir kıza sahip olmanın bir sürü para verip Padişah’ın gazabını satın almaktan ne farkı var?” Esnaflar, aklın yolu birdir deyip tezgâhlarının gerisine doğru çekildiler. Sultan’ın hareminden çıkarılan bir odalığı almaya kalkan bir adamın başına nelerin gelebileceğini çok iyi biliyorlardı. Bu cüreti gösteren bir kişiden, evinin duvarlarına intikam meleklerinin adını yazmasını ya da muskasını ayaklarının altına alıp çiğnemesini de bekleyebilirdiniz. Sultan’ın attığı bir çiçeği yerden kaldırıp koklamak, akıllı bir adamın yapacağı iş değildi.

      Çığırtkan, yanında köle kızla birlikte pazarın ortasında kalakalmıştı. Esnaflar, dükkânlarına girmekle kalmamışlar; kapılarını koruyan demir parmaklıklarını da indirmişlerdi. Sanki bu hareketleriyle “Çok teşekkür ederiz ama biz böyle bir hediyeyi kabul edemeyiz,” demeye çalışıyorlardı.

      Hâlâ dükkânının önünde duran tek bir adam kalmıştı: Patrona Halil. Sadece o, köle kızı dikkatli bir şekilde inceleyecek cesarete sahipti.

      Belki de acımıştı köle kıza. Zavallı kız kim bilir nasıl tir tir titriyordu şimdi. Topuklarına kadar uzanan örtü, kızın ne halde olduğunu tam olarak anlamasına izin vermiyordu. Sadece gözleri görünebiliyordu kızın, gözleri yaşlıydı.

      “Gel bakalım. Onu dükkânıma getir,” dedi Halil çığırtkana. “Ortalık yerde durmasın, bütün gözler onun üstünde.”

      “İmkânsız,” diye yanıtladı çığırtkan. “Bana verilen emirleri yerine getirmezsem kellem gider. Örtüsünü sıradan kölelerin satışa sunulduğu açık artırma alanında açmam emredildi. Onun için ne kadar ödeme yapıldığını da herkesin duyabileceği bir şekilde buradan ilan etmem gerekiyor.”

      “Bu kızın günahı nedir? Neden böyle rezilce davranıyorsunuz ona?”

      “Patrona Halil!” diye yanıtladı çığırtkan. “Sen bu soruyu hiç sormamış ol. İkimiz için de en iyisi bu. Ben bana ne denildiyse onu yapıyorum. Kızı tanıtmak, elinden ne işlerin geldiğini anlatmak benim vazifem. Eksik de söylemem fazla da. Hiç kimseye ne almasını ne de almamasını tavsiye ederim. Allah hepimizin alnına ne yazdıysa başımıza gelecek olan da odur.” Lafı biter bitmez, kızın başındaki örtüyü çekip çıkardı.

      Aman yarabbi! Ne güzel kızdı gerçekten. Ne gözler ama. Konuşuyorlar sanki. Bir adam bu gözlere yeterince uzun süre bakarsa ne çok şey öğrenebilirdi. Kim bilir belki Kur’an’ın tümünde yazılandan daha fazlasını. Ne de güzel dudaklardı! Sadece bu dudakları izlemek için sonsuza dek sarayın kapısının önünde beklenebilirdi. O nasıl bir beyazlıktı öyle. Gerçekten de Gülbeyaz adını hak ediyordu. Yanakları beyaz güller gibiydi. Ve yanaklarından akan gözyaşları, güllerin üzerindeki çiy tanelerini andırıyordu. Güldüğünde nasıl olurdu bu gözler? Kim bilir hafifçe kızardığında nasıl da tatlı bir hal alırdı? Konuştuğunda ya da arzuyla ürperdiğinde kim bilir ne güzeldi bu mükemmel ağız…

      “Uzaklaştırma onu” dedi çığırtkana. “Kimseye gösterme ki hiç kimse onu almaya cüret etmesin. Ben sana onun için hiç kimsenin vermeyi düşünemeyeceği bir para ödeyeceğim, tam beş bin kuruş.”

      “Öyle olsun,” dedi çığırtkan. Tekrar örttü kızı. “Nasılsa kızı gördün. Parayı getir kızı al.”

      Halil, içeri girip

Скачать книгу