Türk masalları. Ignác Kúnos

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Türk masalları - Ignác Kúnos страница 8

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Türk masalları - Ignác Kúnos

Скачать книгу

bölüşmek isteyince küçük kardeş komşularına gidip bir terazi istemiş. Meraklı komşu, bu budala gencin ne tartacağını merak ettiğinden terazinin kefesinin dibine bir parça katran sürmüş. Çok geçmeden bizim yarım akıllı teraziyi geri götürmüş. Kefelerden birinin dibinde bir altın sikke gören komşu hemen gidip bu durumu bir başka komşusuna anlatmış. O birine, o diğerine derken çok geçmeden herkes her şeyi öğrenmiş.

      Daha akıllı olan abi, bunca parayla ne yapacaklarını düşünüp korkmaya başlamış. Gidip bir kazma kürek getirmiş, bir çukur kazıp hazineyi oraya gömmüş. Sonra da tabana kuvvet kaçmaya başlamışlar. Biraz sonra abi evin kapısını kapamayı unuttuğunu hatırlayarak kardeşini kapıyı kapaması için geri göndermiş. Deli Mehmet eve dönmüş. Sonra kendi kendine, “Ben burada olduğuma göre ihtiyar annemi de unutmamalıyım,” demiş. Büyük bir kazanı suyla doldurup kaynatmış, sonra da zavallı anneciğini kazana yerleştirerek sesi kesilene kadar haşlamış. Daha sonra ihtiyar kadını bir süpürgeyle birlikte duvara dayayarak kapıyı menteşelerinden söküp omuzlarına almış ve ormanda bekleyen abisinin yanına dönmüş.

      Abi, kardeşinin sırtındaki kapıyı görüp zavallı annesinin başına gelenleri dinleyince doğal olarak kardeşine sinirlenmiş ama kardeşi çok akıllıca davrandığını düşünerek övünüyormuş. Kapıyı yanında getirdiği için artık kimsenin içeri giremeyeceğini söylemiş. Abisi budala kardeşinden kurtulmak için her şeyini verirmiş. İçten içe bu işi nasıl halledeceğini düşünmeye başlamış. Önüne bakmış, ardına bakmış, yola bakmış ve üç atlının dörtnala onlara doğru geldiğini görmüş. İki kardeş, bu atlıların peşlerinde olduğunu düşünerek kapıyla birlikte bir ağaca tırmanmaya başlamışlar. Tam yerlerini almışlar ki üç atlı gelip ağacın dibine yerleşmiş. Akşam karanlığı çöktüğünden atlılar iki kardeşi görememiş.

      Aslında birisi yarım akıllı olmasa, iki kardeşin ağacın tepesine çıkması çok iyi bir kararmış. Budala Mehmet, ağacın altında uzanan atlıları rahatsız edecek şakalar yapmaya başlamış. Sonra nasıl olduysa, bam! Uyuyan üç atlının ayaklarının dibine o koca kapı düşüvermiş. Adamlar, “Dünyanın sonu geldi! Dünyanın sonu geldi!” diye bağıra bağıra korkuyla kaçmışlar. Öyle bir kaçmışlar ki belki hâlâ koşuyorlardır. Büyük kardeş için bu olay bardağı taşıran son damla olmuş. Sabah kalkmış ve kendi yoluna giderek yarım akıllı kardeşini bir başına bırakmış.

      Zavallı budala Mehmet artık dünyada yapayalnızmış. Bir köye varana dek yürümüş de yürümüş. Köye vardığında karnı zil çalıyormuş. Bir caminin kapısında durup kendine yiyecek bir şeyler almak için girip çıkanlardan para istemiş. Çok geçmeden içeriden şişman, kısa boylu bir adam çıkmış. Gözlerini Mehmet’e dikerek kendisi için çalışmak isteyip istemeyeceğini sormuş.

      “Sen istiyorsan neden olmasın,” demiş Mehmet. “Ama bir şartım var: Ne olursa olsun ikimiz de birbirimize öfkelenmeyeceğiz. Eğer bana öfkelenirsen, seni öldüreceğim. Ben sana öfkelenirsem sen de beni öldürebilirsin.” Şişman adam bu şartı kabul etmiş, çünkü köyde hizmetli bulmak çok zormuş.

      Uzun lafın kısası, bizim yarım akıllı ilk iş efendisinin kümeslerindeki tavukları, ahırındaki koyunları tek tek kesmiş. Sonra gidip efendisine, “Kızdın mı?” diye sormuş. Efendisi çok şaşırmış ama “Kızmak mı? Tabii ki hayır! Neden kızacakmışım?” demiş yalnızca. Fakat adam artık ondan korktuğu için hiçbir şey yapmadan evde oturmasına izin vermiş.

      Efendisi artık hem karısına hem çocuğuna hem de Mehmet’e bakıyormuş. Mehmet çocuğu havaya atıp tutmayı çok seviyormuş ama sakar olduğundan düşürüp canını yakıyormuş, o yüzden çok geçmeden bunu yapmayı bırakmış. Efendisinin karısıysa hayvanların başına gelenlerden sonra sıranın er ya da geç kendilerine geleceğinden korkuyormuş. Bu yüzden kocasını bir gece vakti bu deliden kaçmak için ikna etmiş. Mehmet onların konuşmalarını duyup sandıklarından birine gizlenmiş. Aile bir sonraki köye vardığında sandığı açmış ve Mehmet birden dışarı fırlayıvermiş.

      Bir süre sonra efendi ile karısı bir plan yapmış. Bir gece gidip gölün kıyısında yatacaklarmış. Mehmet’i de yanlarında götürecek, yatağını suyun hemen kıyısına sereceklermiş. Böylece Mehmet uyurken onu suya iteceklermiş. Ama bizim yarım akıllı Mehmet o kadar da aptal değilmiş. Kendisi yerine efendisinin karısının suya düşmesini sağlamış. “Kızdın mı?” diye sormuş efendisine. “Kızdım ya!” demiş adam. “Nasıl kızmayayım? Mallarımı mahvettin, karımı ve çocuğumu öldürdün, beni dilenecek hâle getirdin. Hepsi senin yüzünden!” Deli Mehmet efendisini yakalayıp tanıştıkları günkü anlaşmaları gereği suya atıvermiş.

      Mehmet bir kez daha yapayalnız kalmış. Aylak aylak yürümeye başlamış. Kahvesini içip çubuk tüttürmekten başka bir şey yapmıyor, arada omzunun üzerinden geriye bakıp rahat rahat yürümeye devam ediyormuş. Bir gün yine böyle avare avare dolaşırken yerde beş para bulmuş. Hemen gidip leblebi almış bu parayla ve yemeye başlamış. Yol kenarındaki bir kuyunun yanından geçerken leblebilerinden birini kuyuya düşürmüş. Bunun üzerine avazı çıktığı kadar bağırmaya başlamış: “Leblebimi geri ver! Leblebimi geri ver!” Derken kuyudan bir dudağı yerde bir dudağı gökte korkunç bir cin uzatmış başını. “Ne dilersin?” diye sormuş cin. “Leblebimi isterim, leblebimi isterim!” diye haykırmış Mehmet.

      Cin kuyuya geri girmiş. Yeniden yukarı çıktığında elinde küçük bir masa varmış. Deli adama bu masayı vermiş. “Acıktığın zaman ‘Küçük masa, bana yemek ver,’ demen yeterli. Doyduğun zaman da ‘Küçük masa, bu kadarı yeter,’ de,” demiş.

      Mehmet masayı aldığı gibi köye dönmüş. Bir süre sonra acıkıp “Küçük masa bana yemek ver!” demiş. Karşısında birbirinden güzel yemeklerle dolu bir masa belirmiş. Mehmet hangisinden başlayacağına karar verememiş. Sonra, “Köydeki yoksulları da bu mucizeden haberdar etmeliyim,” diye düşünerek hepsine bir ziyafet çekmiş.

      Köylüler arka arkaya gelmeye başlamış. Sağa bakmışlar, sola bakmışlar ama ne bir ateş görmüşler ne de herhangi bir yemek hazırlığı. “Bizimle dalga geçti herhâlde,” diye düşünmüşler. Ama genç adam masasını getirip orta yere bırakmış ve “Küçük masa, bana yemek ver!” diye haykırmış. Köylülerin karşısında aniden bir sürü lezzetli yiyecek ve içecek belirmiş. O kadar çok yemek varmış ki bütün davetliler tıkabasa doydukları hâlde hizmetçilere de yetecek yemek kalmış arkalarında. Köylüler kafa kafaya vererek her gün böyle bir yemek yemenin yolunu düşünmeye başlamışlar. İçlerinden bazıları, “Bir gün Mehmet’in üzerine yürüyüp masayı elinden alalım da bu ahmağın ihtişamlı sofrası bizim olsun,” önerisinde bulunmuş. Öyle de yapmışlar.

      Bizim yoksul ve aç yarım akıllı ne yapsın? Gitmiş yine yol kenarındaki kuyunun başına, “Leblebimi isterim! Leblebimi isterim!” diye haykırmaya başlamış. O kadar çok tekrar etmiş ki bunu, sonunda cin yine başını kuyudan çıkarıp ne olduğunu sormuş. “Leblebimi isterim, leblebimi isterim,” demiş deli.

      “Peki masan nerede?” diye sormuş

Скачать книгу