Türk masalları. Ignác Kúnos

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Türk masalları - Ignác Kúnos страница 9

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Türk masalları - Ignác Kúnos

Скачать книгу

isterim!” diye haykırmış.

      Koca dudaklı cin, “İyi de masan nerede? Değirmenin nerede?” diye sormuş.

      Yarım akıllı genç, “İkisini de çaldılar,” diyerek acı acı ağlamaya başlamış.

      Cin bir kez daha kuyuya dalmış ve elinde iki değnekle geri dönmüş. Bu değnekleri Mehmet’e verirken sakın ama sakın “Vurun, vurun değnekler!” dememesini tembihlemiş.

      Mehmet değnekleri almış, sağını solunu incelemiş ama ne işe yaradıklarını çözememiş. Sonra “Vurun, vurun değnekler!” demenin ne işe yarayacağını merak etmiş. O, bu sözleri söyler söylemez değnekler acımasızca ona vurmaya başlamışlar. Mehmet’in vücudunda vurulmadık yer kalmamış. Başına, ayaklarına, kollarına, sırtına vurdukça vurmuşlar. Mehmet’in her yanı ağrıyormuş. “Durun, durun değnekler!” diye haykırmış Mehmet can havliyle. O da ne? İki değnek, o bu sözleri söyler söylemez durmuş. Mehmet onca ağrı ve acıya rağmen çok neşeliymiş, çünkü içinde bulunduğu gizemli durumu çözmenin bir yolunu bulmuş.

      Değneklerini almış ve hemen evine dönüp köylüleri davet etmiş. Neden davet ettiğine dair de hiçbir şey söylememiş. Birkaç saat içinde herkes Mehmet’in evinde toplanıp büyük bir merakla yeni gösteriyi beklemeye başlamış. Mehmet elinde iki değnekle gelip, “Vurun, vurun değneklerim! Vurun, vurun!” demiş. Bunun üzerine iki değnek bütün köylüleri davul çalar gibi dövmeye başlamış. Adamlar çaresizlik içinde merhamet dilenirken aklı başına gelen Mehmet, “Masamı ve değirmenimi bana geri verene kadar kimseye merhamet edecek değilim,” demiş.

      Yara bere içindeki köylüler her şeye razıymış, hemen gidip değirmenle masayı getirmişler. Mehmet ancak bundan sonra “Durun, durun değnekler!” demiş ve her yere yeniden huzur çökmüş.

      Mehmet üç değerli hediyesiyle birlikte kendi köyüne dönmüş. Artık hem varlıklıymış hem de aklı başına gelmiş. Abisi de oradaymış. Gömdüğü hazinenin hepsini ona vermiş. İki kardeş evlenecek birer eş bulmuşlar ve kendi dünyalarında yaşamışlar. Zengin olan Deli Mehmet, köyün en akıllı adamıymış artık.

      Altın Saçlı Kardeşler

      Bir varmış bir yokmuş. Çok uzun zaman evvel, babam babam iken, ben babamın hem oğlu hem de anası iken, çok uzak diyarlarda, iblisler ülkesinin kıyısında devasa bir şehir varmış.

      Bu şehirde yoksul bir oduncunun üç yoksul kızı yaşarmış. Sabahtan akşama, akşamdan sabaha durmadan dikiş diker, nakış işlerlermiş. İşlemeleri bittiğinde içlerinden biri pazara gidip bunları satar, kazandığı parayla yiyecek alırmış.

      Günün birinde o şehrin padişahı halka öfkelenmiş ve üç gün üç gece boyunca şehirde mum yakılmasını yasaklamış. Bu zavallı üç kardeş ne yapacakmış şimdi? Karanlıkta çalışamazlarmış. Onlar da pencerelere kalın perdeler örmüş, kuru sazdan cılız bir mum yakmış, ekmek paralarını kazanmak için çalışmaya devam etmişler.

      Yasağın üçüncü gecesi, Padişah şehirde bir gezintiye çıkarak herkes emirlerine uyuyor mu diye bakmak istemiş. Tesadüf bu ya, bizim üç kardeşin evinin önüne gelmiş. Perdenin katları pencerenin altını tam olarak örtemediğinden içeriden gelen ışığı görmüş padişah. Kardeşler ise evlerinin önündeki tehlikeden habersiz dikiş nakışa devam ediyor, bir yandan da dertleşiyormuş.

      “Ah, ah!” demiş en büyükleri. “Keşke padişah beni baş aşçısıyla evlendirse. Her gün leziz mi leziz yemekler yerdim. Ona öyle bir halı işlerdim ki bütün atlarına ve bütün adamlarına yeterdi.”

      “Ben,” demiş ortanca kardeş, “padişahın elbiselerinden sorumlu olan adamla evlenmek isterdim. Nasıl da muhteşem kıyafetlerim olurdu o zaman düşünsenize. Eğer onunla evlenseydim padişaha öyle büyük bir çadır yapardım ki bütün atları ve bütün adamları sığardı içine.”

      En küçükleriyse, “Ben kimseyle değil, padişahın kendisiyle evlenmek isterdim,” demiş. “Beni kendine eş alsaydı ona altın saçlı iki çocuk doğururdum. Biri kız, biri oğlan. Oğlanın alnında bir yarım ay parlar, kızın şakaklarında parlak yıldızlar oynaşırdı.”

      Padişah kızların sohbetine kulak misafiri olmuş. Şafak söker sökmez üç kardeşi sarayına çağırtmış. En büyüklerini baş aşçıyla, ortancayı kâhyasıyla evlendirmiş. En küçüğünü de kendine almış.

      Üç kardeş de düşlerine kavuşmuş. En büyük kardeşin bir sürü yiyeceği olmuş ama söz verdiği halıyı işlemeye gelince sürekli yiyip uyuduğu için iğnesini bile kıpırdatmamış. Böylece onu oduncunun kulübesine geri göndermişler. Ortanca kız da altın ve gümüş işlemeli elbiseleri giyinmiş kuşanmış ama söz verdiği çadırı yapmak için lütfedip de elini çamura değdirmemiş. Bunun üzerine onu da oduncunun kulübesine, ablasının yanına göndermişler.

      Peki ya en küçüğü? Dokuz ay on gün sonra iki ablası, zavallı kardeşlerinin gerçekten sözünün eri olup olmadığını, iki muhteşem çocuk doğurup doğurmadığını görmek için saraya sokulmuşlar. Sarayın kapısında ihtiyar bir kadınla karşılaşmış, onu hediyeler ve vaatlerle, bu işe burnunu sokması için ikna etmişler. Karşılaştıkları ihtiyar, şeytanın özbeöz kızıymış. Kötülük ve hainlik onun için ekmek ve su gibi bir şeymiş. Hemen gidip iki yavru köpek bularak kadının yatağına yanaşmış.

      O sırada ne olmuş dersiniz? Padişahın karısı yıldızlar gibi parlayan iki küçük çocuk doğurmuş. Biri oğlan, biri kızmış. Oğlanın alnında yarım ay, kızın şakağında bir yıldız varmış. İki çocuğun bulunduğu yerde karanlıklar aydınlanırmış. Ama ihtiyar kadın, bu çocukları alıp yerine yavru köpekleri bırakmış. Sonra da Padişah’ın kulağına karısının iki yavru köpek doğurduğunu fısıldamış. Padişah öfkeden kudurmuş. Zavallı karısını tuttuğu gibi beline kadar toprağa gömmüş ve bütün şehre tellallar salarak kadının yanından geçen herkesin kafasına bir taş atmasını emretmiş. Kötü cadı da çok geçmeden iki çocuğu alıp şehrin çok uzağına götürmüş ve bir akarsuyun kenarına bırakmış. Sonra da işini halletmenin memnuniyetiyle saraya dönmüş.

      Çocukların bırakıldığı nehrin yakınlarında ihtiyar bir çiftin kulübesi varmış. İhtiyar adamın da sabah saatlerinde otlamaya alışkın bir dişi keçisi varmış. Akşamları da kulübeye döner ve sütü sağılırmış. Bu yoksul insanlar bu şekilde geçinip gidermiş. Ancak günün birinde ihtiyar kadın, keçinin bir damla bile süt vermediğini görerek şaşırmış. Bu durumu kocasına anlatıp sabah keçiyi takip etmesini, sütü çalan biri olup olmadığına bakmasını söylemiş.

      İhtiyar adam ertesi gün keçinin peşine düşmüş. Keçi doğruca suyun kenarına giderek bir ağacın ardında gözden kaybolmuş. İhtiyar adam oraya gidince bir de ne görsün? Gören herkesi mest edecek bir manzara! Çimlerin üzerinde altın saçlı iki çocuk uzanmaktaymış. Keçi de yanlarına gidip onları emzirmiş. Başlarında biraz meledikten sonra da otlamaya gitmiş. İhtiyar adam pırıl pırıl parlayan küçük bebekleri görünce o kadar mutlu olmuş ki aklı başından uçmuş. İki bebeği aldığı gibi kulübesine

Скачать книгу