Yeryüzünün tarihi. Martin J. S. Rudwick
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Yeryüzünün tarihi - Martin J. S. Rudwick страница 10
Bu tür tartışmalar, esas olarak kitaplarla veya başka yazılı materyalle çalışan bilginler veya eski eserleri inceleyen antikacılarla sınırlı değildi. Fosiller, hayvanlarla bitkiler gibi doğa tarihinin ürünleri olarak görülüyordu ve bu nedenle, (günümüzdeki amatör ruhu içermeyen bir ifadeyle) “doğabilimciler” adı verilen grup tarafından inceleniyordu. Fosillerin veya sel suyunun kökeni gibi doğal nedenler içeren sorunlar, “filozofların” ve özellikle kendilerine “doğa filozofları” diyen insanların ilgi alanına giriyordu. Bu kategoriler birbirlerinden keskin bir şekilde ayrılmıyordu çünkü bütün bu insanlar, “fen bilimleri” (İngilizce konuşan dünya dışında bugüne kadar kullanılmaya devam edilen kapsamlı ve çoğul anlamıyla) olarak bilinen ilim alanlarının birbiriyle bağlantılı içeriklerine katkıda bulunduklarına inanıyordu. Hepsi kendini “bilgin” (bilgili insanlar) olarak görüyordu ve halk tarafından da öyle değerlendiriliyorlardı. “Bilgin” kelimesi 19. yüzyılda çok yaygın bir şekilde kullanılan genel bir ifadeydi (Burada da bu kelime tercih edilerek, çok daha dar kapsamlı ve 19. yüzyılın ortalarına kadar türetilmemiş ve 20. yüzyıla kadar genel olarak kullanılmamış olan çağdışı İngilizce “scientist–bilim insanı” deyiminin kullanılmasından kaçınılacaktır.)
Her türlü bilgin arasında tartışma fırsatları, birçok Avrupa kentinde özellikle iki politik süper gücün, yani Fransa ve İngiltere’nin başkentlerinde 17. yüzyılda kurulan bilimsel kurumlar ve özellikle bu tür insanlar için yazılmış ilk düzenli bültenler ve süreli yayınlar sayesinde çok kolaylaşmıştı. Bu yeni tartışma ortamları Paris’te, Journal des Savants’ın da yayımlandığı Académie des Sciences ve Londra’daki Royal Society’nin kendi yayımladığı Philosophical Transactions’dı. (Burada “philosophical” kelimesi “doğa felsefesi” anlamında kullanılıyordu ve günümüz ifadesiyle kabaca “bilimsel” ibaresine denk oluyordu). Ancak bilginler arasındaki bilimsel tartışmalar daha geleneksel yöntemlerle, Avrupa’daki yolculukları sırasında buluştuklarında veya başka zamanlarda birbirlerine yazdıkları mektuplarla ve kitapları ya da broşürleri aracılığıyla yayımlayıp dağıttıkları çalışmalarla da devam ediyordu.
Fosiller Hakkında Yeni Fikirler
Fosil sorunuyla ilgili çalışmaları özellikle önem kazanan iki bilgin, Danimarkalı doktor Nils Stensen (daha çok yayınlarında kullandığı Latinleştirilmiş Steno adıyla tanınıyordu) ve İngiliz Robert Hooke’tu. Danimarka’da, Hollanda’da ve Fransa’da eğitim gören Steno, Orta İtalya’daki güçlü Toskana eyaletinin başkenti olan Floransa’da önemli bir tıbbi göreve atandı (modern dünyada bilim insanları arasında olduğu gibi, bu dönemde de böylesine kozmopolit meslekler oldukça yaygındı). Burada yüzyılın başında büyük Galileo’dan etkilenen bir bilginler grubuna katıldı. Hooke, paralel denilebilecek bir şekilde Londra’da, bir ölçüde Floransa’daki grup örnek alınarak kurulmuş olan yeni Royal Society’de (Kraliyet Derneği) çalışıyordu. Üyelerini deneylerle ve gösterimlerle eğitmek ve eğlendirmek amacıyla işe alınmıştı. Bu kuruluşların üyeleri ve Avrupa’nın birçok yerindeki bilginler, doğa dünyasını incelemek için yeni yöntemler bulmaya çalışıyorlar, gelişmekte olan teknoloji dünyasının etkisiyle, onu çoğu zaman fiziksel ve mekanik açıdan yorumluyorlardı. İşte Steno’yla Hooke bu yaygın entelektüel ortamda “fosiller” hakkındaki süregelen tartışmaya katıldılar. Bu nedenle, her ikisinin de benzer sonuçlara varmaları şaşırtıcı değildi (sonradan iki taraf da bilgi hırsızlığı suçlamalarında bulundu ama bu suçlamalar tarihsel kanıtla desteklenemedi).
Steno 1667 yılında tesadüfen Toskana kıyılarına vuran büyük bir köpekbalığının kafasını parçalara ayırarak yaptığı inceleme hakkında kısa bir rapor yayımladı. Rapora glossopetrae (“dil-taşları”) denilen ünlü fosiller hakkında “konu dışı” dediği bilgileri de eklemişti. Bu taşlar az çok dil şeklindeydi, boyut olarak çok daha büyük olsalar da köpekbalığı dişine çok benziyorlardı. Ama sertlerdi ve karada, kayaların arasına gömülmüş halde bulunuyorlardı. Steno bunları o kadar önemli gördü ki, “fosilleri” genel olarak yorumlama konusunda büyük bir çalışma planladı. Yalnızca kısa bir tanıtım yazısı (Prodromus, 1669) yayımladıktan sonra memleketi Kopenhag’a tıbbi göreve geri çağrıldı. Sonradan İtalya’ya geri döndü ama Katolik olduğundan ve rahip olarak atandığından, başka görevleri ve öncelikleri oldu ve bu konuda başka hiçbir şey yayımlamadı (Dini inancı üzerindeki olası etkileri yüzünden çalışmayı yarım bıraktığı söylentisi, onun dinine veya herhangi bir dine düşmanca yaklaşan günümüz yorumcuları tarafından uydurulmuş bir efsanedir). Ancak yayımladığı eser Avrupa’nın her yerinde tanındı ve bilginler arasında hararetli tartışmalara yol açtı. Londra’da, Hooke’un vardığı sonuçlara benzer sonuçlar sergilediği için takdir edildi. Micrographia (1665) adlı kitabında Hooke yakın zamanda icat edilen mikroskobun ortaya çıkardığı , küçük ölçekli şaşırtıcı yeni doğa dünyasını tanıtmıştı. Küçücük nesnelerin –minicik bir pire, bir sineğin petek gözü vb. çok sayıdaki resimleri arasına taşlaşmış ahşap fosilinin ve bir parça kömürün mikroskobik görüntülerini de eklemiş, hepsinde küçük “hücre”lerden oluşan benzer bir mikroyapı olduğunu göstermişti. Bu Hooke’un, Steno’nun köpekbalığı dişi görüşüne eşdeğerdi. İkisi de “fosillerin” kökenlerinde kesinlikle organik olduklarını iddia ediyorlardı. En azından bu nesnelerin, denizden uzakta bulunan deniz kabuklarıyla birlikte, doğanın kendi tarihine kanıtlar olarak düzgün bir şekilde kullanılabilecek gerçek doğal antikalar olduklarını savunuyorlardı.
İki bilgin de önce, organik ve maden dünyası arasında özde yaşanan “iletişim” fikrini reddetmelerinin sebebini açıklamak zorundaydı. Onlar da geleneksel “doğa hiçbir şeyi boşu boşuna yapmaz” ilkesinden yararlandılar: Köpekbalıklarının, deniz kabuklarının ve ağaçların hayatlarını açıkça mümkün kılan nesneler, doğa tarafından yalnızca sonsuza dek bir kayanın içinde gömülü kalmak amacıyla yaratılmamışlardı.
Şekil 2.3 Steno’nun köpekbalığı başı resmi (1667) birçoğu kullanılmayı bekliyormuş gibi görünen çok fazla sayıdaki dişi gösteriyor. Aşağıda, dişlerden birisinin içten ve dıştan görünümü yer alıyor. Kısa bir süre sonra yayımlanan bir kitapta Steno bu dişleri, aynı tür fosillerin nasıl yorumlanması gerektiğine örnek olarak glossopetrae ya da dil taşları denilen “fosil objeler”le karşılaştırdı.
Bu,“Doğal teoloji”yle (teolojinin, Tanrı ile insan doğası da dahil olmak üzere doğa dünyası arasındaki ilişkiler konusundaki iddiaları inceleyen dalı, Tanrı’nın insanlık tarihiyle ilgili açılımları hakkındaki iddiaları değerlendiren “vahiye dayalı teoloji”yi tamamlamaktadır) yakından ilintili bir ilkeydi. Bu ilke, her türlü hayvanla bitkinin, uygun yaşam tarzlarını izleyebilmelerini sağlayan kutsal bir şekilde tasarlandığı yönündeydi. Bunu tabii ki bir kayanın içinde yapamazlardı. Steno ayrıca, bir köpekbalığının çenesinde bir dişin büyümesi ile bir kayanın içinde, yerin altında bir kristalin büyümesini