Yeryüzünün tarihi. Martin J. S. Rudwick
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Yeryüzünün tarihi - Martin J. S. Rudwick страница 11
Ağaçların, köpekbalığı dişlerinin ya da kabukların, minik mineral parçacıklarının kayanın içine girdikten sonra derinlere sızıp orijinal organik maddenin içinde çökelti oluşturarak veya tamamen onun yerini alarak, nasıl taşa dönüşebildiğini kolayca hayal edebiliyorlardı. Fosil objelerin etrafını saran som kayalar da Steno’nun başlangıçta olduklarını iddia ettiği yumuşak tortuların birleşmesiyle aynı şekilde oluşabilirdi. Steno’dan çok daha geniş kapsamlı “fosiller” grubunu değerlendirmeye başlayan Hooke da bu arada bazı objelerde neden hiç kabuk maddesi olmadığını çözdü. Tortu kayaya dönüştükten sonra, süzülen su orijinal kabuğu eritmiş ve sadece mücevhercilerin altın veya gümüşe şekil vermek için yaptıklarına benzer boş bir “kalıp” bırakmış olabilirdi. Ama kalıp bile gerçek bir kabuklu deniz hayvanının ürettiği gerçek kabuğun şeklini korurdu.
Karada, hatta çoğu zaman denizden uzakta ve yüksekte bulunan köpekbalığı dişlerinin ve deniz kabuklarının konumunu açıklamak daha zordu. Steno, kaya tabakalarının ya da katmanlarının, denizin şu andaki düzeyinden çok daha yüksekte olduğu bir zamanda –yani büyük Tufan döneminde olabileceğini düşünüyordu– yumuşak, çamur gibi bir tortu halinde bırakıldığını ve daha sonra, sular çekilince öylece kaldığını tahmin ediyordu. Öte yanda Hooke, depremlerin yerkabuğunun bazı kısımlarını denizin zemininden kaldırarak yeni karalar oluşturmuş olabileceğini düşünüyordu. Ancak iki varsayım da başka sorunlar yaratmıştı. Hooke, başka birçok yorumcu gibi Tufan’ı, gözlemlenen etkileri yaratamayacak kadar kısa bir dönem olduğu gerekçesiyle göz ardı etmişti. Ancak depremlerle ilgili görüşleri diğer doğabilimcileri tarafından eleştirilmişti; zira anavatanı fosillerle dolu olmasına rağmen orada genellikle deprem olmuyordu (tam da o dönemde İngiltere’de yaşanan birkaç deprem son derece olağandışı olduğu için çok dikkat çekmişti).
Fosillerle canlı denklerinin şekilleri arasındaki zıtlıkların yarattığı sorunlar, Steno’yla karşılaştırıldığında Hooke için çok daha şiddetliydi. Glossopetrae fosili köpekbalıklarının dişlerine oldukça benziyordu; en iyi bilinen örnekler çok daha büyüktü ama en başta Steno’nun araştırmasını başlatan devasa köpekbalığı ile fark azalmıştı. Ayrıca onun (ve Scilla’nın) İtalyan kayalarında bulduğu fosil kabuklar da canlı kabuklu deniz hayvanlarına çok benziyordu. Oysa Hooke çok daha kapsamlı bir grup halindeki İngiliz “fosilleri”ni inceliyordu.
Şekil 2.5 Martin Lister’in çok resimli [Natural] History of Shells (Historia Conchyliorum, 1685-1692) kitabında gösterildiği haliyle devasa bir ammonit (60 cm genişliğinde). Doktor ve Londra’daki Royal Society’nin ilk üyelerinden biri olan Lister, bu ve benzer “fosil” kabuklarının gerçekten bir zamanlar canlı olan hayvanların kalıntıları olduklarından kuşku duyuyordu. Çünkü şekilleri, yaşayan her türlü kabuklu deniz hayvanından –ki o dönemde onlar hakkında hemen herkesten daha fazla bilgi sahibiydi– çok farklıydı ve bunlar, sadece kayadan oluşuyormuş gibi görünüyorlardı. Kabukları yoktu (günümüz ifadesiyle, yalnızca “kalıp”lardı). Şekil olarak ammonitlere en çok benzeyen kabuklar, Doğu Hint Adaları (bugünkü Endonezya) etrafındaki tropik denizlerden çıkan “incili notilus”un kabuklarıydı.
Örneğin, bilinen hiçbir canlı kabuklu deniz hayvanına benzememesine rağmen, antika koleksiyoncularının çok değer verdiği çeşitli ve şahane “ammonitler”le uğraşmak zorundaydı. Ancak dünyanın ücra köşelerinde yaşayan hayvanlarla bitkiler hakkında ne kadar az bilgi sahibi olunduğunu anlamıştı. Her uzun mesafeli yolculuk veya keşif gezisi Avrupa’ya birçok yeni ve bilinmeyen şekil getiriyordu. Bu nedenle, sadece fosil olarak bilinenlerin sonunda canlı olarak bulunabileceğini tahmin etmenin mantıklı olacağını düşündü. Alternatif olarak, yeni türde evcil hayvanlar oluştuğu gibi bazı örneklerin zaman içinde şekil değiştirmiş olabileceğini düşündü (bu noktadaki görüşleri, sonradan oluşan evrimsel değişim hakkındaki fikirlere, insanı yanlış yönlendiren bir benzerlik içermektedir). Bu sorunlar, Royal Society’de sonraki otuz yıl boyunca, üyelerinin çok ilgisini çeken konular olmayı sürdüren “fosiller” ve depremler hakkında konferanslar veren Hooke’u şaşırtmaya devam etmişti. O dönemde yaşayan birçok bilgini de şaşırtıyorlardı.
Tarih Hakkında Yeni Fikirler
Ancak, ne Steno’nun glossopetraesi ne de Hooke’un tartıştığı ammonitler ve diğer “fosiller” hakkında bilinenler onları, hemen hemen tüm bilginlerin doğal karşıladığı (ve kronoloji uzmanlarının kesinleştirmeye çalıştığı) yeryüzünün zaman çizelgesi sorununa yaklaştırabildi. Bütün bu zaman diliminin insanlık tarihi olduğundan da kuşku duymuyorlardı. Örneğin Steno, Malta adasında dil taşlarının çok fazla bulunmasının, ne organik kökenlerine ne de kısa ömürlerine karşı bir sav olduğuna, çünkü tek bir canlı köpekbalığının (kullanımda veya yedek) yaklaşık 200 diş ürettiğine işaret etmişti. Ayrıca yerli halk tarafından çıkarılan fosil kabuklarını içeren kaya bloklarının, Romalılar bölgeyi fethedip Etrüsk kültürünü yok etmeden çok önce, Toskana’daki dağlık Volterra kasabasının duvarlarını yapmak üzere Etrüskler tarafından kullanıldığını hatırlatmıştı. Bu hem kayaların hem de fosillerin yalnızca Roma öncesi değil, Etrüsk öncesi dönemden kaldığını ve antik döneme uzandığını gösteriyordu. Bu nedenle Steno, oluşumlarının daha da eski, hatta belki ünlü Tufan döneminde olması gerektiğini savunuyordu. Kanıtlarını rahatsız edecek kadar kısa bir süreye sıkıştırmak zorunda kalmaması bir yana, okuyucularının bu doğal eski eserlerin, insan eliyle yapılmış birçok eserin aksine, böylesi uzun bir zaman dilimi boyunca bu kadar iyi durumda kaldığına ikna edilmesi gerektiğini düşünüyordu.
Hooke da Steno gibi, yeniden canlandırdığı tüm olayların, ne kadar eski olursa olsun, insanlık tarihi içinde gerçekleştiğini varsaymıştı. İngiltere’nin uzak geçmişinde çok güçlü depremlere maruz kalmış ve bu depremlerin, kayalarla fosillerini kaldırarak deniz seviyesinden çok yükseğe çıkarmış olabileceğini ileri sürmüştü (Steno’nun İtalya’sı hâlâ yaşıyordu). Ancak buna ilişkin ilave kanıtların doğada değil, antik çağlarda yaşayan insanlardan kalan kayıtlarda, yani (her zamanki euhemerist yöntemle) mitolojik özelliklerinden arındırılmış efsanelerde ve öykülerde eski depremler ve yanardağ patlamaları hakkında karmaşık anlatılar halinde bulunabileceğini düşünüyordu. Aynı dönemde yaşamış diğer bilginlerin itirazlarına rağmen ammonitlerin henüz bilinmeyen kabuklu deniz hayvanları tarafından oluşturulduğunda ısrar etmişti. Bazıları devasa boyutta olduğundan ve şekil olarak en çok şahane ve çok değerli tropik “incili notilus”a benzediğinden, İngiltere’nin de bir zamanlar tropik iklimin etkisi altında kalmış olabileceğine inanıyordu. Ama bu noktada yine, buna ilişkin kanıtların doğada değil, eski yazılı kayıtlarda bulunacağını öngörüyordu. Ayrıca fosillerden bir “kronoloji oluşturmanın” mümkün olabileceğini iddia etmişti. Bununla yalnızca fosillerin, kronoloji uzmanlarının kullandığı yazılı kaynakları tamamlayabileceğini ya da en fazla onların yerini alabileceğini ve kayıtları, insanlık tarihinin bugüne hiçbir kesin belge kalmamış ilk dönemlerine uzatabileceğini söylemeye çalışıyordu. Çoğu kronoloji uzmanının öngördüğünden çok daha uzun bir tarih içeren Mısır ve Çin kayıtlarının farkındaydı ama bunlar gerçek olsa bile –ki bundan kuşkuluydu– yalnızca birkaç bin yıl geriye gidiyorlardı ve bu süre hâlâ “insanlık tarihi” kapsamındaydı.