Beyaz Lale. Омер Сейфеддин
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Beyaz Lale - Омер Сейфеддин страница 5
Bütün gençlik, bütün ihtiyarlık, bütün orta yaşlılık, dişilik, erkeklik, büyüklük, küçüklük, iyilik, fenalık, hasılı bütün dünya onun adı anılınca ayağa kalkıyor; evvela rükûya, sonra secdeye varıyor, vardığı bu secdeden bir daha doğrulamıyor, bir daha kımıldayamıyordu.
Bu “Gayet büyük adam”ın en ziyade kızdığı şey millî ve dinî mefkurelerdi. “Ah bu serseriler” derdi, “ellerinden gelse bütün insaniyeti mahvedecekler.” Evet, dünyada milliyet kadar çirkin ve yırtıcı bir vahşilik iddiası olamazdı. İtalyanları yarım asır evvel Avusturya’ya karşı isyan ettiren, kurdukları müstakil hükûmetleri birdenbire büyüterek ve meşum tarihlerinden ilham olarak Trablus’a atılmalarına sebep olan “milliyet” hissi değil miydi? Rusya’nın Asya’yı benimsemesi, Japonya’nın sivrilişi, Sarı Tehlike, Pan Cermanizm, Pan İslavizm tehlikeleri hep bu milliyet hissinden doğmamış mıydı? Bulgarların iki hafta içinde İstanbul’a dayanmaları hangi uğursuz kuvvet sayesinde idi? Milliyetler ve dinler olmasa, insanlar bu arzın üzerinde kardeş gibi taşıyacaklardı. Türki-yerde olmayan bu tehlikeyi icat etmek en büyük cinayet değil miydi?
Büyük adam, aynı zamanda gayet büyük bir muharrirdi. Liberal gazetelerin baş sütunlarında Pan Türkizm, Pan İslamizm aleyhinde birçok yazı yazdı. Hatta bir mecmua, “Yeni lisan – Yeni hayat” hareketinin aleyhinde bulunuyor, millî cereyanı asker bozuntusu iki üç muharrire atfediyordu. Büyük muharrir sabredememişti. Hemen bir mektupla: “Ben de tamamıyla sizin fikrinizdeyim. Türklük cereyanı vatan ve millete(!) çok muzırdır.” diye takdirlerini saçıyordu. Onun fikrince felsefenin, ilmin, fennin gayesi fertleri cemaatlerinden ayırmak, onları hür ve müstakil bırakmaktı. İlim ve felsefeye yabancı kalmayan bir fert, ne milliyetini, ne dinini tanır, ayrı dinlerin saliklerini hep kardeş sayardı.
Bütün arz onların vatanı idi. Milliyetleri insanlıktı. Ancak bu nazik ve medeni noktayı anlayan insan, insan olurdu. Yoksa milliyet gibi vahşet ve karanlık zamanından kalma bir müesseseye bağlanan bir cemaatin ruhuyla, idaresiyle hareket eden, kendi arzularını unutan bir adam asla insan addolunamazdı ve bu “insan addolunamayan güruh” halkı kendilerine benzetmeye çalışıyor, “ Turan, Turan, Turan” diye tehlikeli bir gürültü koparıyordu.
Kırk sekiz yaşındaydı. Memeden kesilir kesilmez düşünmeye ve yazmaya başladığı gayrimatbu altı yüz bin sayfalık eserinde medeniyetin ferdiyete doğru yürümek olduğunu ispat etmişti. Milliyetler ölmeye mahkûmdu. Cemaatler dağılınca millî vicdanlar da yaşamayacak, herkes umumi bir idare ile değil, şahsi arzularla hareket edecek ve o vakit ortada yalnız “insanlık” kalacaktı. Fakat Avrupa’daki cemaat ruhlarının iflasına daha çok zaman isterdi. Ruhsuz ve idraksiz bir cemaat olan Osmanlı Türkleri, işte bu insaniyet gayesine yüzlerini çevirmişlerdi. Politika ile uğraştığı zamanlar diğer Osmanlıları, yani Bulgarları, Sırpları, Rumları, Arnavutları pek iyi tanımıştı. O vakitki bu gayri Türk Osmanlı arkadaşlarının milliyet ve din hususundaki taassuplarına bakar, içinden:
“Ne dar kafalı herifler!” derdi.
Bununla beraber Kozmidi1 ile canciğer sevişirdi. İntihabat esnasında Boşo’yu2 halka “Sağlamdır… Benden hamiyetli, benden vatanperver bir Osmanlıdır.” diye takdim etmişti. “Osmanlılık, müsavat, adalet, kanun yine kanun, sonra yine kanun…” davasını şimdi Arnavut Krallığı nazırlarından olan eski fesatçılarla beraber ne güzel müdafaa etmişti! Artık “Elhamdül BakonVel Spenser”3 bu millî ve taassup unsurları Osmanlılığın içinden çıkmışlardı. Araplar Arabistan’da ve Türkler Anadolu’da hemen hemen yalnız kalıyorlardı. Ve Türkleri yalnız İstanbul ahalisinden ibaret sanırdı. Ecnebi coğrafya kitaplarının adedini yazdığı on beş milyon Türk’ün varlığına inanmaz:
“Bu Avrupalılar etnografya ilminde pek cahildirler!” derdi. “ ‘Memaliki Osmaniye’ye haksız olarak ‘ Türkiye’ dedikleri gibi Anadolu ahalisine de hep ‘Türk’ diyorlar.” Ve faydasız mütalaayı sevmediğinden tarihe o kadar ehemmiyet vermemişti. Bütün tarihî malumatı mektepte öğrendiği şeylerdi. Bu malumatın verdiği kati itimat ile gülerdi:
“Anadolu’da on beş milyon Türk ha… Bunu yazan Avrupalılar hiç tarih okumamışlar. Türkler, Anadolu’ya altı yüz sene evvel beş yüz çadır halkı olarak gelmişler. Ada tavşanı olsalar bu kadar üreyip çoğalamazlar…”
Hâlâ mekteplerde okutulan, içinde “Türk ve Turan” kelimesi geçmeyen küçük “Fezlekei Tarihi Osmanî” kitabından başka tarih görmediğinden, Osmanlı Türkleri gelmezden evvel Anadolu’nun baştan aşağıya kadar Türk milleti ile dolu olduğunu bilmezdi. Selçukileri Acem zannediyordu. Hele Aydın ahalisi tamamıyla Rum’du. Çünkü ora ahalisine verilen “Efe” ismi Rumca eski ve genç kahramanlara verilen “Efet” kelimesinden çıkmamış mıydı? Ve Milliyetperverlerin “ Türk” yapmaya çalıştığı Türk- Osmanlı nüfusu, karmakarışık, kendi tabirince “Mağşuşülmilliye” bir heyetti. Bunlara millî ve dinî bir mefkûre vermek, müşterek insanlığa karşı bir hıyanet idi. Zira bu Türk Osmanlıların damarlarında, beş sene evvel Selanik’te çıkan milliyetperver bir paçavraya yazdıkları gibi; Rum, Bulgar, Sırp, Rus, Fransız, İngiliz, Alman, İtalyan kanı akıyordu. Ve asla “Türklük”ü kabul edemezdi. İşte kendisi Meşrutiyet’in ilanından beri beş altı milliyete intisap iddia etmişti. Hatta Balatta verdiği bir konferansta:
“Bizzat, ben bir siyonistim…” diye haykırmıştı. Lakin yine Türklüğü kabul edemezdi. Çünkü kendisinin Türk olmadığını iyice biliyordu. Türk olmadığına zekâsı, dehası şahit değil miydi? Hiç Türklerin içinden kendisi gibi mütekâmil, âlim, fazıl mütefennin, feylesof çıkabilir miydi?
Kendisi olsa olsa “Osmanlı” olabilirdi. Öyle bir Osmanlı ki, mazi ile “Memaliki Osmaniye” haricindeki Türklerle, Türklükle, Turan ile katiyen alakası yok..
Yalısının denize bakan en büyük odasını kütüphane yapmıştı. Yıllarca biriktirdiği, ciltlettirdiği kitapları birkaç sene evvel Türklük iddia eden Osmanlılara inat için Hristiyan ve ecnebi bir müesseseye vermişti. O vakitten beri yine her hafta Beyoğlu’ndan bir küfe kitap alır ve hamalla evine getirirdi. Bu zerzevat gibi küfe ile kitap almak onun eski bir âdetiydi. Osmanlılar, küfe küfe alınan bu kitapların hepsini okur zannederek ondan ürkerlerdi. Hatta Abdülhamit Efendi bile padişahken onun şöhretinden, ilminden korkmuş, terbiyesini verememişti.
Yine dolmaya başlayan kütüphanesine bu sefer büyük büyük dolaplar da koydurmuştu. Akajudan yapılmış bu narin ve şık dolaplar otuz âşıklı bir kokoşun elbise dolaplarına benziyordu. Ve kapakların fildişi levhaları üzerinde yaldızlı harflerle:
“Birinci sayfadan, Yüz on iki bin sekiz yüz kırk beşinci sayfaya kadar.
Yüz on iki bin sekiz yüz kırk altıncı sayfadan, Dört yüz otuz bir bin dokuz yüz yetmiş üçüncü sayfaya kadar…
Beş yüz bin altı yüz elli üçüncü sayfadan, sekiz yüz bin üç yüz on birinci sayfaya kadar…”
yazılmıştı. Bu dolaplar altı tane idi. Birisi görse bu gayet büyük adamın tevazu için yalan söylediğine, altı yüz bin sayfalık eserinin birkaç milyon sayfalık olduğuna
1
Birinci Dünya Savaşı yıllarında vagon ticareti ve erzak ihtikârı ile ün kazanmış bir Rum.
2
İkinci Meşrutiyet Meclisinde Arnavut milliyetçiliği ile ün kazanmış bir milletvekili.
3
Spenser ve Btkon’a hamdederim.