Küçük Paşa. Ebubekir Hâzim Tepeyran
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Küçük Paşa - Ebubekir Hâzim Tepeyran страница 4
Vapurda, köprüde her taraftaki kalabalık, bin türlü gürültü, hele hava gazlarının keskin ziyaları Selime’yi şaşırtmıştı; sakin bir köyde yağsız bir bezir çırağı ile aydınlatılan evlerde yaşamış olan kadıncağız, bu aydınlık içinde mağaradaki yuvasından tutup güneş altında bir sürü karga arasına atılmış yarasaya dönmüştü.
Köprüden konağa kadar araba arkadaşlığına kanaat eden kocasına bu şaşkınlıktan dolayı pek az söz bulabilen Selime, konağın kapısı önüne iner inmez paşanın, hanımefendinin huzurlarına çıkınca nasıl etek öpeceğine dair mutasarrıfın karısı tarafından vaki olan tembihleri hatırladı. Kapıcı Abdi Ağa bıyıklarını bükerek, sütnineye, her yerde bulunmaz bir Van kedisi gibi ta Anadolu’dan getirilen bu ineğe, dikkatlice baktı, baştan aşağı süzdü; boyalı bıyığına rağmen pek mecalsiz bir ihtiyar olduğunu bilmese, bu bakış Ali’yi kıskandırabilirdi. Selime, hiç görmediği sırmalı kırmızı cepken ve poturuna bakarak, köyde kapıları önünde gezinen veya çömelenlerin o evin büyüğü olduğunu düşünerek “Paşa olmalıdır.” diye kimsenin delaletine bakmadan, bilgiçlik göstermek için Abdi Ağa’nın cepken yenini öpmek istediğinde, Ali menederek yavaşça: “Kılığına bahma, o da bencileyin bir kılkuyruh, bir hizmetkârdır.” dedi.
Abdi Ağa, kapının yanındaki elektrik düğmesine basarak hareme haber verdi.
Soluyan bir bohça gibi, birçok beze sarılmış olduğu hâlde babasının kolları üstünde uyuyan çocuk, anasının kucağına konularak içeriye itildi ve kapı kapandı. Cariyeler, hizmetçiler yemekte idiler, Selime’yi karşılayan olmadı; bir iki dakika şaşkınlık geçirdi; aşağıya kendisini davet ediyormuş gibi duran açık kapılı odalardan birine mi girecek, yoksa ortasındaki kırmızı halısı ile pek muhteşem görünen geniş mermer merdivenden yukarıya mı çıkacak, ne yapacak? Bir türlü kestiremiyordu.
Sırmalı esvaplı adama da “kılkuyruk” denilen bir konakta aldanmamak için pek dikkatli davranmak lüzumunu takdir ediyordu. Bereket versin, beyaz esvabıyla sahanlıkta görünen Nazikter Kalfa, güleç bir sima ve tatlı bir sesle “Buraya geliniz.” diye imdada yetişti. Selime, merdivenin halısına basmamaya dikkat ederek kenardan yukarıya çıktı. Mutasarrıfın karısından daha süslü, daha güzel olan Nazikter’in hanımefendiliğini kabulde tereddüt etmeyerek etek öpmek istedi, 30 yaşında olduğu hâlde 20 yaşında gibi taze görünen Nazikter, nazik bir tavır ile “Estağfurullah, kapı yoldaşıyız; hoş geldiniz.” diyerek önüne düştü ve yürürken: “Küçük hanımefendinin iki günden beri süren sancıları bugün arttı; inşallah ayağınız uğurlu gelir de şimdi kurtulur.” dedi. Selime: “Allah’ın izni ile…” cevabını verdi.
Kucağındaki çocuk ve alışık olmadığı için bir tarafa sarkıp yerde süründüğünün farkına varmadığı çarşafının hâli ve şaşkınlığından doğruca yürüyemeyerek, sağa sola sallanarak yürümesi, koridorda tesadüf ettiği genç cariyeleri hayli güldürüyordu. Kendisine ayrılan odaya götürülüp de “Burası senindir.” denilince, “Dünya üstündeki her şey senindir.” denilmiş kadar sevindi. Yalnız, ana ve babanın değil, bütün konak halkının beklediği aziz bir çocuk için hazırlanan bu oda, Selime gibi kötü bir köyden gelen bir kadının “Cennet denilince tasavvura çalıştığı bir yerden daha ziynetli idi. Selime, odanın her tarafını, içindekileri hayretli bakışlarla temaşa ediyordu. Salih, Selime’nin kucağına yan yatıp paçavralar arasından çıkardığı çıplak ayaklarının pembe parmaklarını oynata oynata hırsla meme emiyordu; sanki bu iki abıhayat kaynağını elinden alacak bir ortak çıktığını anlayarak, kapağı nadiren kımıldayan bir gözünü anasının çenesine dikmiş, kendisine kalmazsa ortağına da yaramaması için kaynağını kurutmak istercesine ağzını köpürte köpürte meme emmesi Selime’nin dikkatinden kaçmamıştı. Salih bütün sütlerini emip bitirdikten sonra, hanım, memelerini muayene ettirerek “Bu boş dağarcıkla mı sütanalığı etmeye geldin?” diye sorarsa ne cevap verecekti. Bu korkuyla “Dibi delik üzlük (küçük çömlek) müsün, dolman mi; eynühan mısın be çocuk, doymah bilmen mi?” diyerek Salih’in burnunu sıkıp memeyi ağzından çekti çıkardı. Salih tepindi, yüzünü buruşturarak memeyi aradı. Selime, okşadı, öptü; çocuk, gözlerini yumup uyudu.
Selime’nin geldiği, konakta şayi olduktan birkaç dakika sonra, Nüzhet Hanım’ın nur topu gibi bir oğlan doğurduğu haberi herkesi sevindirdi. Selime bundan böyle cennet gibi bir odada yaşayacağını düşünmekte iken, Nazikter Kalfa’nın çocuk doğduğunu haber vermesi ve dediği gibi ayağının uğurlu gelmiş olmasına çok sevindi. Rahmetli babasının “Sen toprağa hor bakma, toprakta neler yatar.” dediğini hatırladı. Selime genç ve ihtiyar beş altı cariye tarafından çevrildi, her biri bir şey söylüyor, bir şey soruyordu. Kadıncağız, birinin sualine cevap hazırlarken ikisi başka şeyler soruyor, hangisine cevap vereceğini şaşırıyordu; zenci Şirin Dadı bile, beyaz cariyeler arasından başını uzatarak sırıtıyordu. Selime mahcup mahcup gülümseyerek:
“Sorgu melekleri gibi etrafımı sardınız, mezar sorguları soruyorsunuz, ben hanginize karşılık vereyim? Maşallah dilinize kıl dolaşmıyor, kuş gibi vıcır vıcır ötüyorsunuz.” demeye mecbur oldu. Cariyeler uzun kahkahalarla güldüler, bereket versin Nevnihal Kalfa imdada yetişti. Bu pek geveze, muhtelif renkli kuşları dağıttı. Bir saat sonra Selime, konağın hamamında idi. Köyde, çayın kenarında, üstü açık kalmak şartıyla dört kuru duvar yapılıp yunak denilen köy kadınlarına mahsus yerde hem tokaç ile çamaşır yıkamaya, hem de yıkanmaya alışmış olan Selime burayı yadırgamıştı. Kurnanın gümüş gibi beyaz, parlak iki musluğunun birinden sıcak, diğerinden soğuk su aktığını görünce, süt, bal akan cennet çeşmeleri gibi, karşıdaki kurnanın musluklarından da bal pekmez şerbetleri akacağını zannedecek kadar şaştı. Her tarafı beyaz mermerle yapılmış olan bu hamam içindeki, şimdiye kadar görmediği güzel şeyleri seyrederken, Şirin Dadı’nın, bir çocuğun saf yüreğine ilk defa giren kookucu (umacı) korkusu gibi ansızın içeriye girmesi, Selime’yi hayli korkuttu; eğer birkaç sene önce köye gelen zenci bir zaptiyeyi görmemiş, bu renkte de insanlar bulunduğunu öğrenmemiş olsa, beş on dakika evvel etrafını sual melekleri sardığı sırada, Şirin Dadı da onların arasında karanlık bir mezar deliği gibi görünmese, dadıyı bu şekilde tecessüm etmiş bir karakoncolos (kâbus) sanarak “Aman anam!” diye bağıra bağıra çırılçıplak hamamdan kaçması muhtemeldi. Şirin Dadı, ince sesiyle:
“Yalnız başına yıkanamazsın deye sana yardıma geldim.”
Selime:
“Köyde yıhanırdım emme, burada garip ite döndüm, eline sağlık abla kadın, yıka; keşik yaparık, ben de seni yurum.”
Şirin Dadı:
“Benim saçım yok ki, iki tas su ile tertemiz olurum.” diyerek kurnanın önüne çömeldi, soğuk su musluğunu kapattı, kurnayı boşalttı, yeniden doldurdu, sabunu aldı işe girişti. “Köylü kiri kolay kolay çıkmaz.” diye söylene söylene sütnineyi çok sıcak su ile öyle bir yıkadı ki, zavallı Selime:
“Yeter kara abla, yeter, kir çıkacak diye beni haşladın, kir değil canım çıkacak!” demek zorunda kaldı. Selime lüzumu kadar haşlandıktan sonra ılık su ile Salih de yıkandı. Soğukluğa çıktılar, Nevnihal Kalfa orada idi. Şirin, Nevnihal kalfaya:
“Akarı kokarı, vesvese edecek