Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları. Артур Конан Дойл
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları - Артур Конан Дойл страница 36
Roxton aşağıdan, “Ne oldu?” diye bağırdı. “İyi misin?”
“Gördünüz mü onu?” diye bağırdım, ellerimle dala yapışmış ve heyecandan sinirlerim yay gibi gerilmiş bir hâlde.
“Bir gürültü duyduk. Ayağının kaydığını sandık. Neydi o?”
Bu maymunadamın ani ve garip ortaya çıkışıyla öyle bir şoka uğramıştım ki bir an için aşağıya inip arkadaşlarıma bundan bahsedip bahsetmemek konusunda bocaladım. Fakat artık bu koca ağacı iyiden iyiye fethetmiştim, bu saatten sonra da görevimi tamamlamadan aşağıya inmek küçük düşürücü olacaktı.
Bu yüzden uzunca bir süre soluklanıp, cesaretimi toplamak için mola verdikten sonra tırmanışıma devam ettim. Bir kez ayağımı çürük bir dala basarak ellerimle birkaç saniye sallandım ama genelde kolay bir tırmanış olmuştu bu. Gittikçe seyrelen yapraklar ve yüzüme vuran rüzgârdan artık ormandaki bütün ağaçların tepesinde olduğumu anlıyordum. Ancak en tepeye ulaşmadan etrafa bakınmamaya kesin kararlıydım; böylece, en tepedeki dal, ağırlığımın altında eğilene kadar tırmanışıma devam ettim. Burada uygun bir çatala yerleşip kendimi dikkatlice dengeledikten sonra, kendimizi içinde bulduğumuz bu garip ülkenin altımda uzanan muhteşem manzarasını seyre daldım.
Güneş batı ufkunun hemen üstündeydi, akşam özellikle aydınlık ve berrak olduğundan altımdaki plato bütün çıplaklığıyla gözlerimin önündeydi. Bu yükseklikten göründüğü kadarıyla oval bir kıvrıma sahipti. Otuz mil uzunluğunda ve yirmi mil eninde gözüküyordu. Şekil olarak genelde, kenarları, merkezdeki epeyce büyük bir gölün çevresine doğru alçalan sığ bir huniyi andırıyordu. Gölün çevresi on mil kadar olabilirdi ve akşam ışığında yemyeşil, nefis bir görüntüsü vardı. Etrafındaki sık sazlıklar ve yüzeyi kesen birçok kumsal, tatlı güneş ışığı altında altın gibi parıldıyordu. Kıyıdaki bu kumların üzerinde, alligator olamayacak kadar geniş ve kayık olamayacak kadar uzun birkaç koyu renkli nesne duruyordu. Dürbünümle bunların canlı olduklarını açık seçik görebiliyordum ancak nasıl birer yaratık olduklarına dair hiçbir fikrim yoktu.
Platonun üzerinde bulunduğumuz kıyısından aşağı doğru inen ormanlık bölge, ara sıra açıklık alanlara yer vererek beş altı mil sonra gölün kıyısında sona eriyordu. Ayaklarımın tam ucunda, iguanodon’ların açıklığını ve daha ötede, ağaçların arasında, bataklıkla işaretli, yuvarlak biçimli pterodactyl karargâhını görebiliyordum. Ancak bana bakan yüzünde, plato çok değişik bir görünüm arz ediyordu. Bu tarafta dış cephedeki bazalt tabaka, içeride de üst üste binerek, eteklerinde ağaçlık bir bayırın olduğu yaklaşık altmış metre yüksekliğinde bir set oluşturmuştu. Bu kırmızımsı kayalıkların zemininin biraz üzerinde, dürbünle baktığımda birkaç karanlık delik görebiliyordum. Herhâlde mağara ağzı olacaktı bunlar. Bir tanesinin girişinde beyaz bir şeyler pırıldıyordu ancak ne olduğunu çıkaramadım. Oturarak güneş iyice batana ve artık detayları ayırt edemeyecek hâle gelene kadar, bölgenin kabataslak bir haritasını çıkardım. Sonra aşağı inerek büyük bir hevesle, beni bu koca ağacın dibinde heyecanla bekleyen arkadaşlarıma ulaştım. Gezinin kahramanı bu kez bendim. Tek başıma düşünmüş ve tek başıma başarmıştım bunu ve işte belki de bizi bilinmedik tehlikelerle dolu bu bölgede aylarca el yordamıyla dolaşmaktan kurtaracak harita karşımızdaydı. Her biri, teker teker, ciddiyetle elimi sıktı.
Ancak haritanın detaylarına inmeden önce onlara, yukarıda, dalların arasında maymunadamla olan karşılaşmamdan bahsetmeliydim.
“Başından beri orada bekliyordu.” dedim.
“Nereden bilebilirsin ki bunu?” diye sordu Lord John.
“Çünkü devamlı kötü niyetli bir şeylerin bizi seyrettiğine dair bir kuşku duyuyordum. Bundan size de bahsetmiştim Profesör Challenger.”
“Evet, evet, genç dostumuz buna benzer bir şeyler söylemişti kesinlikle. Zaten aramızda böyle şeylere karşı duyarlılık sağlayacak Kelt kanı taşıyan bir tek o var.”
“Bütün bu telepati teorisi…” diye piposunu doldururken söze başlayan Summerlee, “Şimdi tartışamayağımız kadar çok kapsamlı.” diye lafa karışan Challenger yüzünden sözünü kesmek zorunda kaldı.
Challenger, “Şimdi söyle bana bakalım, bu yaratığın başparmağının avcunu karışlayıp karışlamadığına dikkat ettin mi?” dedi.
Konuşurken sanki pazar seremonisindeki çocuklara hitap eden bir papaz havasına girmişti.
“Hayır, ne yazık ki…” dedim.
“Kuyruğu var mıydı?”
“Hayır.”
“Peki, ayağı kavrama kabiliyetine sahip miydi?”
“Ayağıyla kavrayamasa o dalların arasından böylesine çabucak kaçabileceğini zannetmiyorum.”
“Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa -ki siz de kontrol edebilirsiniz Profesör Summerlee- Güney Amerika’da yaklaşık otuz altı ayrı tür maymun bulunuyor. Ancak insana benzer bir maymun henüz bu bölgede bilinmiyor. Buna rağmen burada var olduğu belli. Ve bunun Afrika veya Doğu dışında hiç rastlanmayan, tüylü, goril cinsi maymun olmadığı da kesin (Ona bakarken cümlesini, birinci dereceden kuzenini Kensington’da gördüğümü söyleyerek tamamlama isteğine kapılmıştım.). Söz