Antikacı Dükkânı. Чарльз Диккенс

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Antikacı Dükkânı - Чарльз Диккенс страница 38

Жанр:
Серия:
Издательство:
Antikacı Dükkânı - Чарльз Диккенс

Скачать книгу

değişiklikler olduğundan söz edildiğini duymuş. O zamandan beri kendisi de epey değişmiş ya. Otuz iki yıl hayli uzun bir devreymiş; seksen dört yaş da epey uzun bir ömür sayılırmış; yüz yaşına kadar yaşayanlar da varmış ya, olsun.

      Yaşlı adam bastonunu tuğla zemine vurarak, bunu sert bir şekilde yapmaya çalışarak:

      – Şu koltuğa otursanıza, beyim, dedi. O kutudan da bir tutam alın. Ben pek kullanmıyorum, çünkü, pek hoşuma gidiyor ama, kimi vakit uykumu kaçırıyor. Siz benim yanımda daha çocuk sayılırsınız. Yaşasaydı benim de sizin kadar oğlum olacaktı. Onu askere aldılar, evine döndü ama, bir tek zavallı bacağından başka bir şeyi kalmamıştı. Her zaman da, bebeklik günlerinde üzerine tırmanmaktan hoşlandığı güneş saatinin yakınına gömülmek istediğini söylerdi. Dediğini yaptık, yerini kendi gözlerinizle de görebilirsiniz. O zamandan beri de çimenliğe dokunmadık.

      Adam, başını salladı, yaşlı gözlerle kızına bakarak, korkmasının gereksiz olduğunu, bu konuda daha fazla konuşmayacağını bildirdi. O hiç kimseyi üzmek istemezmiş; sözleriyle herhangi birini üzmüşse bunun için de özür dilermiş, işte bu kadar.

      Süt geldi. Nell, o ufacık sepetini açıp içindekilerin en iyilerini dedesine verdi, güzelce karınlarını doyurdular. “Odanın eşyası tam bir yuva havası yaratıyordu: Bir iki kaba saba sandalye, bir masa, köşeye konulmuş bir dolap, üzerinde kırmızılı bir hanımın mavi bir şemsiye ile yürüyüşünü gösteren parlak renkli bir resim bulunan çay tepsisi, duvara asılmış birkaç çerçeve, bir küçük elbise presi, sekiz günde bir kurulan bir saat, bir iki tava, bir ibrik. Yalnız, her şey tertemiz, derli topluydu. Nell çevresine bakınırken çoktandır özlemini çektiği huzur, mutluluk dolu bir havanın varlığını duydu.

      – Buradan bir şehre ya da kasabaya gitmek ne kadar sürer acaba? diye sordu.

      Adam:

      – Şöyle böyle sekiz kilometre kadar bir yol var, yavrucuğum dedi. Bu gece yola devam etmeyeceksinizdir elbette.

      Yaşlı adam, telaşla, niyetini torununa işaretlerle anlatmaya çalışarak:

      – Yo, yo, Nell, dedi. Gideceğiz, buradan uzaklaşacağız, yavrucuğum. Gece yarısına kadar yürümek zorunda kalsak bile gideceğiz.

      Adam:

      – Plow and Harrer Hanı’nda yolcular için odalar var, dedi. Özür dilerim ama, bana pek yorgunmuşsunuz gibi göründünüz, yola devam etmeye pek hevesli değilseniz…

      Yaşlı adam, terslenerek:

      – Hevesliyiz, hevesliyiz dedi. Çekip gitmeliyiz. Nell’ciğim, uzaklara gitmeliyiz.

      Çocuk, dedesinin huzursuz isteğine uyarak:

      – Gerçekten, gitmeliyiz, dedi. Çok teşekkür ederiz ama bu kadar çok mola veremeyiz. Ben hazır sayılırım, dede.

      Ne var ki kadın, küçük yolcunun yürüyüşünden, o ufacık ayaklarından birinin berelenip şişmiş olduğunu görmüştü; bir kadın, üstelik de bir anne olduğu için, çocuğun ayağını temizleyip yaraya ilaç koymadan çıkıp gitmesine içi elvermemişti. Kadıncağızın elleri çalışmaktan katılaşmış, nasır bağlamıştı ama, bu işi de öylesine büyük bir dikkatle, yumuşak hareketlerle yapmıştı ki, çocuğun yüreği “Tanrı razı olsun!” demekten başka bir söz söylemeye de, geri dönüp bakmaya da, kulübeyi iyice geride bırakmadan başka bir söz etmeye de elvermedi. Başını geri çevirdiği zaman, dede de aralarında, bütün ailenin, yola dizilmiş, onların gidişini seyrettiklerini, ellerini sallayıp başlarıyla onlara işaret ettiklerini gördü. Böylece hiç değilse bir tarafın gözleri yaşlı olarak birbirlerinden ayrıldılar.

      Ağır ağır ilerlemişler, ancak bir kilometre kadar yol almışlardı ki arkalarında tekerlek sesi duydular, başlarını çevirip bakınca da boş bir arabanın hızlı hızlı kendilerine yaklaştığını gördüler. Araba dedeyle torunun yanına varınca arabacı atını durdurttu, ciddi bir tavırla Nell’e baktı:

      – Siz şuradaki kulübelerden birine uğramıştınız, değil mi? diye sordu.

      Çocuk:

      – Evet, efendim, uğramıştık, diye karşılık verdi.

      – Hah! Sizi aramamı söylediler. Ben de sizinle aynı yola gidiyorum. Elinizi verin bakayım. Arabaya atlayın, beyim.

      Bu çok iyi olmuştu, çünkü ikisi de çok yorgundular, artık fazla yürümeye pek takatleri kalmamıştı. Onlar için bu sarsıntılı araba pek lüks bir arabaydı, onunla yola devam etmek de dünyanın en tatlı yolculuğu olmuştu. Nell, bir köşedeki saman yığınının üzerine yerleşir yerleşmez, uykuya daldı; o gün ilk uyuyuşuydu bu.

      Arabanın yan yollardan birine sapıp durmasıyla kızcağız da uykudan uyandı. Arabacı arabadan indi, şefkatle, kızın aşağıya atlamasına yardım etti; sonra, biraz ilerde görünen ağaçları işaret ederek, kasabanın orada olduğunu söyledi. Kilisenin avlusundan geçen dar yoldan gitmelerinin daha doğru olacağını belirtti. Dedeyle torun da bunun üzerine yorgun adımlarını o noktaya yönelttiler.

      16

      Yolun başladığı küçük kapıya vardıklarında güneş batmak üzereydi. Nasıl yağmur haklıların da haksızların da üzerine aynı şekilde yağarsa, güneş de ılık ışınlarını ölülerin dinlenme yerlerine bile yaymış, ertesi gün yeniden yükselmesine umut bağlamalarını istemişti. Kilise eski, boz renkliydi, duvarlarına sarmaşıklar sarılmıştı. Sarmaşık yaprakları, lahitlerden sakınıp, altlarında yoksul, zavallı insancıklar yatan toprak yığınlarının çevresinde dolanıyorlar, onlara ömürleri boyunca bir türlü sahip olamadıkları zafer çelengini meydana getiriyorlardı. Bu çelenkler daha uzun ömürlü, daha geç solup dağılan cinstendi.

      Papazın atı mezarlar arasında tok sesler çıkararak dolaşıyor, bir yandan da otları yiyordu; papaz da ölmüş dindaşlarından avuntu buluyor, bir pazar öncesinin vaazında belirttiği gibi, bütün canlı yaratıkları bu sonun beklediğini düşünüyordu. Mezarlar arasında yiyecek arayan sıska bir eşek de, kulaklarını dikerek, papaz komşusuna aç gözlerle bakıyordu.

      Yaşlı adamla çocuk yoldan ayrılıp mezarlar arasında yürümeye koyuldular; çünkü, bu kesimde toprak yumuşacıktı, yorgun ayaklarına buradan yürümek daha kolay geliyordu. Kilisenin arkasından geçerlerken yakından sesler geldiğini duydular, çok geçmeden de seslerin sahipleriyle karşılaştılar.

      Otların üzerine sere serpe oturmuş iki adam vardı; bunlar öylesine dalmışlardı ki yeni gelenleri önce fark etmediler bile. Bunların gezici bir kukla tiyatrosunda çalıştıklarını anlamak hiç de güç değildi; çünkü oyunun baş kahramanı Punch da mezarlardan birinin üzerine bağdaş kurmuş oturuyordu. Bol paçalı pantolonuyla, üzerine büyük gelen gömleğiyle pek de rahatsız bir şekilde oturuyordu, ha düştü, ha düşecek gibiydi.

      Yerde oturan iki adamın çevresinde de, şuraya buraya dağılmış kutular içinde, temsilin öbür oyuncuları bulunuyordu. Anlaşılan, sahipleri bazı gerekli sahne onarımını yapmak için burada mola vermişlerdi. Adamlardan biri küçük bir darağacının parçalarını iple bağlamaya çalışıyordu, öbürü de dazlak kafalı komşusunun

Скачать книгу