Çankırılı Hoca - Cumhuriyet’in Öteki İnsanları - Bir Köy İmamının Hayatı. Hasan Yılmaz
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Çankırılı Hoca - Cumhuriyet’in Öteki İnsanları - Bir Köy İmamının Hayatı - Hasan Yılmaz страница 5
Daima ara, bugün altın ararken bakır bulursun, yarın bakır ararken altın bulursun.
Hasan Hoca Eski Düzenin Sembolüydü
Türkiye, 1923’te eski düzeni değiştirdiğini bütün dünyaya ilan etmişti. Yapılan bu ilanla eski anlayışın da değişeceği duyurulmuştu.
Yeni düzen, yeni kurallar demekti. Bu kurallar da safha safha insanlara duyuruluyordu. Gerçi Ankara’da alınan kararların şehirlerdeki yankısı ile taşradaki yankısı bir olmuyordu. Ankara devrim yaptığını söylüyordu ama köyler daha devrimin ne olduğunu bilmiyordu. Taşrada kurallar teamüle dönüştüğü için yeniliklerin kabulü ve kavranması öyle kolay olmuyordu.
Cumhuriyet’in kurulduğu yıllarda Türkiye nüfusunun büyük çoğunluğu köylerde yaşıyordu. Kentlerin büyük bir bölümü de köylerden farklı değildi. Tarım ve hayvancılık esas geçim kaynağı idi. İçe dönük üretim yapıldığından pazar ekonomisi nedir bilinmiyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nde ilk ziraat sayımı 1927’de yapılmıştır. 1927 yılında Türkiye’de 13,5 milyon insan yaşıyordu. Bu insanların 9 milyonu aşkın kesimi geçimini çiftçilikle temin ediyordu. Aynı yıllarda yapılan ilk sanayi sayımına göre Türkiye’de 62 bin iş yeri vardı ve bu işyerlerinde çalışan işçi sayısı 257 bin idi. O tarihte memlekette fabrika denilebilecek işletmelerin sayısı, bir elin parmakları kadar azdı. Mesela, İstanbul, Bursa, İzmir, Adana ve Mersin’den başka hiçbir yerde fabrika denilebilecek tesis yoktu.
Dolayısıyla yapılan devrimlerin iktisadi anlamda sınıfsal bir etkisi söz konusu değildi. Dahası bizdeki devrim daha çok eğitim ve kültür alanında olduğu için devrimden etkilenen insanlar ziyadesiyle medrese mensuplarıydı çünkü eğitimin birleştirilmesiyle işsiz kalan kişiler onlar olmuşlardı. Kılık kıyafet devrimi de bunun tuzu biberi olmuştu.
Medrese mensuplarının toplumsal bir statüleri ve buna bağlı olarak saygınlıkları vardı. Toplumsal statülerinin sembolü de başlarına sardıkları sarıkları, sırtlarına geçirdikleri abalarıydı. Üstelik geçimlerini yaptıkları işten temin ediyorlardı. Dolayısıyla devrim, doğrudan onların geçimliklerini hedef almış görünüyordu. Devletin tercihleri ile toplumun ihtiyaçları paralel değildi. Her ne kadar bu kişiler işlevsiz bırakılsalar da toplum kanaat önderi olarak onları görüyordu. Zamanla onların yerine öğretmenler ikame edilmeye çalışılsa da etkileri uzun yıllar sürdü. Pek çok insanın zihin mozaiğinin boncuklarını onlar döşedi.
Hasan Hoca’dan evvel, yukarı mahallede Ömer Hoca vardı. Mısır’da tahsil görüp gelmiş büyük bir âlimdi. Bir de Zalif Hoca ile Şaban Hoca vardı. Bunlardan önce, köyde Emine Hoca diye bir de kadın hoca varmış, büyük bir âlimmiş. Bu insanların hepsi birer emsaldi. Bunlar köyün en yaşlıları idi. Köy odasında toplanırlardı. Bayram günlerinde köydeki diğer odalara gidenler önce onların bulundukları odada toplanırlardı. Mahalledeki her evden sinilerle odaya yemekler gelirdi. Odanın önü yemekle kakılıydı. Orada yenilir içilir ondan sonra sırayla, oda oda gezilirdi.
1940’lı yıllarda ciddi bir devlet otoritesi vardı. Benim hayatımda belirleyici bir etkisi olan Hasan Hoca, devlet otoritesinin hissedilmediği köyümüzde sarık ile gezerdi. Köyümüzün bağlı olduğu Şabanözü’nde alışveriş pazarı haftanın ilk günleri kurulurdu. Hasan Hoca, pazara gittiğinde köydeki sarığını pek takamazdı. O yüzden kayınpederimin pırtı sattığı yaygıdan bir şapka alır ve öyle gezerdi. Açıktan, aleni bir şekilde devletin aleyhine konuşamazdı ama köydeki sohbetlerde ve camide verdiği vaazlarda değişen yaşam anlayışına derin eleştiriler yöneltirdi.
O yıllar, aynı zamanda kıtlık zamanıydı. İnsanlar burnundan soluyordu. Bu yüzden öfkelerini yöneltecek bir sorumlu arıyorlardı. Esasında kıtlığın nedeni sadece üretim noksanlığı ya da tarlanın verimsizliği değildi. Aynı zamanda nakliye yasağıydı. Diyelim Kırşehir’de ekin var ve senin de o ekinin varlığından haberin var. O ekini Kırşehir’in dışına götürmek istediğinde götüremiyordun. Devlet öyle bir yasak getirmişti. Bir de adı değiştirilerek yeniden getirilen aşar vergisi söz konusuydu. Sen istediğin zaman harmanını savuramıyordun. Önce, “Milleti kendi malının hırsızı yaptılar!” diye tarif edilen aşarcılar gelirdi ve savrulacak ekini tespit edip üzerine işaret koyarlardı. Ardından savrulan ekini görürler ve içinden alacaklarını alırlardı. Aşarcılara vergi vermek istemeyenler ekinini geceleri kaçak maçak savurmaya çalışırlardı.
Kıtlığın olduğu senelerde altının gramı bir iki lira iken, ekinin hakı (yaklaşık 9 kg.) on liraya kadar çıkmıştı. Ekin o kadar pahalı olmasına rağmen insanlar “sen alacaksın, ben alacağım” diye dövüşürlerdi. Paran olsa bile ekin azdı. Bu nedenle de pahalıydı. Gayet iyi hatırlıyorum, mandalar dışkıladığı zaman insanlar o dışkıyı toplayıp yıkar ve içinden tanelerini ayırarak yiyecek yaparlardı. Kurtuluş Savaşı’nın çetin şartlarına vurgu yapmak amacıyla anlatılan o kıtlık hadiseleri esasında İkinci Dünya Savaşı yıllarında yaşanmıştı.
Türkiye öyle sıkıntılı bir dönemi bugüne kadar hiç yaşamadı. Bu yüzdendir ki yokluğun kıtlıkla birleşip milletin yakasına yapıştığı o dönemde insanlar, Hasan Hoca gibi kanaat önderlerinin eleştirilerine daha kolay inanıyordu. Aslında Hasan Hoca’nın yaptığı kendince bir direnişti. Eski statüsünü ve saygınlığını devam ettirme direnişiydi. Örneğin eğitimin birleştirilmesi kanunu çıkartıldığında Hasan Hoca gibi insanlar sistemin içine çekilip statü ve geçim kaygısına düşürülmeselerdi, belki toplumda yarattıkları yıkıcı etki daha sınırlı kalacaktı. Belki yeniliklerin benimsenmesi daha hızlı olacaktı.
İnsanın varoluşuna anlam katan her türlü meslek kutsaldır ve mesleğin tek bir ölçüsü, insana mutluluk vermesidir.
Kur’an-ı Kerim’i Ezberlemeye Dokuz Yaşında Başladım
Kalfat köyüne okumaya gidişim, ilk gurbet yolculuğumdu. Kalfat, çevrede bilinen bir köydü. Hafızlık yapmak isteyenler genellikle o köye giderlerdi. Çevrede Kalfat’tan başka bir de Üyük köyü biliniyordu.
Kalfat köyünün bizim köy ile arası 25-30 kilometre vardı. Eşeklerle sabah çıktığımızda, ikindi vakti ancak varıyorduk. Şimdiki Gürpınar Göleti’nden yukarı doğru yürür, Devrez’e doğru giderdik. Devrez’e vardıktan sonra aşağı doğru iner, Kalfat’a varırdık.
Babamın beni Kalfat’a götürmesinin nedeni ise Cennet halamın orada, Karaca ailesinin gelini olmasıydı. Cennet halam, o köyün