Salon Köşelerinde. Safveti Ziya
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Salon Köşelerinde - Safveti Ziya страница
“Azizim, sana acı bir haberle tatlı bir hikâye yolluyorum. Zavallı Şekip!.. Dün, biçareyi görmek için Büyükada’ya gitmiştim. Keşke gitmeseydim, o hâli keşke görmeseydim… Validesini teselli etmek istedim; biçare kadın gözyaşları arasında oğlunun son arzusunu yerine getirmek istedi. Yolladığım paket, işte Şekip’in herkesten gizli, hasta yatağında karaladığı son hikâyesiymiş. ‘Hulusi’ye verin, okusun.’ demiş… Ben de okur okumaz sana göndermeyi düşündüm. Şekip’i hepimiz severdik; şüphesiz son eserini sen de okumayı arzu edersin… Gidip validesini görmeyi ihmal etme…”
Gözlerim yaşararak ellerim titreyerek paketi açtım. Uzun mavi kâğıtlar üzerinde düzgün, sevimli bir el yazısıyla şunlar yazıyordu:
O akşam Pera Palas’ta büyük bir balo veriliyordu. Kış mevsiminin ilk ve kibar balolarından biri olduğu için, Beyoğlu’nun kibar aileleri bu fırsatı kaçırmamışlardı… Saat ondan sonra takım takım, o büyük binanın muhteşem kapısı önünde arabalardan hızla inerek dans salonlarına ilerliyorlardı.
O gece, gönlümde yine anlayamadığım bir sıkıntı, içimde adını koyamadığım bir üzüntü hissettiğim için, birkaç kez baloya gitmekten vazgeçerek masamın üzerinde çoktan beri ele alınmayı bekleyen bir iki hikâyecikle kalıp onları tamamlamak ve temize çekmek istemiştim.
Ah o uğursuz sinirlerim! Bir kere ruhuma azap vermeye başladı mı artık yazı yazmak, kitap okumak, zihnimi bir şeyle meşgul etmek mümkün olamazdı! Yine en iyisi giyinip baloya gitmekti. Bu gönlümün üzüntüsü, bu ruhumun ezintisi geçer ve belki de eğlenebilirdim!
Büyük bir özenle giyindim… Ne yapayım?.. Böyle yerlere gidildiği zaman isterim ki bizler -Türkler- de zarafetimiz, tavrımız, duruşumuz, terbiye ve nezaketimizle dikkatleri çekelim. Bir fesliyle güzel bir kadının vals yaptığını görenlerin bir an durup “Şu genç Türk, ne güzel vals yapıyor!” demelerini arzularım.
Bastonumu koltuğumun altına aldım. Hem beyaz eldivenlerimi giymeye çalışıyor hem de yürüyordum… Böyle kış gecelerinde ortalık kurak, gökyüzü yıldız dolu, sokaklar aydınlık olduğu zamanlar yürümeyi, düşünmeyi, tesadüfün meçhul elinin bizim için hazırlamakta olduğu saadet ve felaketleri, muvaffakiyet ve mahrumiyetleri düşünmeyi, kısacası, hayatı hissetmeyi pek severim.
Beş on gün evvel, şiddetli bir kar yağmış; şimdi de keskin bir poyraz rüzgârıyla yerler buz kesilmiş, taşlar donmuştu. Yürürken ayaklarımın sesini duyuyordum. Gecenin serinliği, üzerimdeki sıkıntıyı alır gibi olmuştu. Kâh gökyüzünde o parıl parıl parıldayan yıldızlara bakıyor; bizden uzak bütün bu esrar dolu âlemlerin gizli kucağında benim için, benim gönlüm için gizlenmiş gibi duran kadın çehrelerine gönlümden tebessümler yolluyor, kâh mesut bir hızla geçen arabaların, dumanlı camları altından tanımadığım, fakat bütün letafet, gençlik ve işveleriyle hissettiğim, beyaz, pembe, mavi, birtakım kadın hayallerine karşı hasretle, yalvarırcasına boyun bükerek biraz sonra orada, o gösterişli, o süslü, o müzik dolu salonlarda bir valsın nağmeleri arasında kucaklayacağım bu meçhul hayallere, kadınlara, ruhumdan; bu üzüntülü, bu garip ruhumdan taşan ateşli tapınışlar sunuyordum.
Yol üzerindeki çiçekçiye uğradım; her zamanki gibi “fujr”suz, hiçbir yaprağı olmayan, sade, ufak bir menekşe demetini şöyle gelişigüzel, perişan bir şekilde bağlayıvermesini tembih ettim. Ve o anda gözlerim hazin bir manzaraya takıldı.
Orada, tahta bir masa üzerinde, yenmiş iki kap yemek yanında; solmuş çiçek yaprakları, kurumuş menekşe demetleriyle, o gün vefat eden bir genç kızın yarın kaldırılacak cenazesine yetiştirilmek üzere hazırlanmış beyaz krizantemlerle süslü bir matem tacının yanı başında; yaldızlı rengârenk kurdelelerle, taze kamelyalar, gardenyalar, menekşelerle bağlanmış, süslenmiş bir sepet duruyordu. Elimde olmadan yaklaştım. Üzerinde bir kart iğneliydi. Ötede, gür sarı bıyıklı, sevimli, güler yüzlü bir genç, hasır bir sandalyeye bir ayağını koymuş, dizinin üzerinde açmış olduğu cüzdanda bir şeyler arıyordu. Yine elimde olmadan yan gözle karta baktım. Üzerinde Fransızca olarak: “Benim minimini Siziska’cığıma!” biraz aşağıda basılı olarak: “Halis Bey” yazılıydı.
Benim!.. Minimini!.. Ve sonra Siziska! Yani Kristal’in, Konkordiya’nın en ucuz, orta malı fahişesi!.. Oof, Ya Rabb’i! Bu zavallı sefileyi minimini eden, ona sahiplenmeye özenen, bu masum, bu günahsız çiçekleri, ona kurban eden gence kalbimde bir merhamet hissi uyandı; sonra öteki kızı, genç yatağında ebedî uykusuna dalmış o masum bakireyi düşündüm, bütün bu pisliklerden kurtulmak, hayatın bu mevsimsiz fecaatlerinden ruhumu, fikrimi kurtarmak için gözlerimi kapayarak çiçekçinin hazırlayıp verdiği minimini menekşe demetini kokladım. Ve hemen oradan, bana hayatın bütün dertlerini, bütün haksızlıklarını bu yarı ölgün, zavallı çiçeklerin sessiz diliyle haykıran o uğursuz yerden kaçtım. Artık yürüyemiyordum; yürüyemezdim. Bir arabaya atladım. Arabacı:
“Bey, sonra darılmayınız…” diyordu. “İki çeyrekten aşağı olmaz.”
Oof, bu hayat mücadelesi, bu geçim kavgası! Niçin, niçin bu gece… Özellikle bu gece, bu balo gecesi, bana o dehşet dolu yüzünü göstermekte böyle ısrar ediyordu; niçin?
Büyük salona girilecek kapının önünde, bir demet taze tarafından “Fakirler için!” sözüyle mütebessimane bir demet çiçek uzatıldı. Ufak bir masa üzerinde duran tepsiye münasip bir şey bıraktım. Tebessüm ettim ve dedim ki: “Çiçeğim var, müsaade edin de bu demeti yine fakirleriniz için buraya bırakayım!..” Ve geçtim.
Pera Palas’ın iki büyük salonu baştan başa çiçekler, kıymetli halılarla süslenmişti. Ortada latif bir valsin latif havasıyla vecde gelmiş gençler, cazibeli tüller, ipekler, kokular arasında dönüp duruyordu. O zaman aklıma bir şey geldi, kapıya döndüm; orada balo komitesi üyelerinden bir bildiğime müracaatla bir “karne” istedim. “Neler oynanıldı?” diye sordum.
“Geç kaldın, azizim.” dedi. “İki vals kaçırdın.” Ve anlamlı bir tebessümle ilave etti: “Lakin kendini arzulatmak, aratmak istedinse…”
“Adam sen de!” dedim. Gülüştük. Ayrıldım…
Öteki uçta pek yakından görüştüğüm bir iki aile, bir köşede halka teşkil etmişler, yelpazelerin altında dedikoduya dalmışlardı. “Affedersiniz.”, “Müsaade buyurur musunuz?”, “Aman rica ederim.” cümleleri arasında süzülerek oraya yaklaştım. Aralarında tanımadığım iki kadın daha vardı. Onlara da hafifçe baş eğdikten sonra sandalyelerin gerisine çekilerek durdum.
Çok hikâye okuyanlar ve okudukları hikâyelerin gerçek hayatta benzerini aramayı merak edenler, o dakikada hissettiğim kalp çarpıntımı pek güzel tasavvur edebilirler. Evet, lakırtı etmekten men edecek kadar şiddetli bir kalp çarpıntısıyla o iki yabancı kadına göz atmıştım. Bunlar o derece birbirine benziyorlardı ki ya ana kız ya iki kız kardeş olduklarına ilk bakışta hüküm verilebilirdi. Derhâl Guy de Maupassant’ın Fort Comme la Mort’undaki (Ölüm Kadar Güçlü) düşesle kızı; Anny’le Annet hatırıma gelmişti. Kadınlardan gözümü ayıramıyordum. Ne benzerlik, Ya Rabb’i! Duruş, bakış, ses… Tekrar tekrar okuduğum ve her okuyuşta ağladığım o aşk faciasının ilk sayfaları, gerçek olarak gözümün önünde canlanıyor sandım.
Derhâl yüreğime bir korku; manasız, anlaşılmaz bir korku sindi. Hissettim ki bu kadınları, özellikle bu genç kızı -ve o zaman bakışlarım bütün kuvvetiyle tazesinin, mavilisinin, üzerine takılıp kalmış, genç kız da elinde olmadan kim bilir belki de tesadüfen dönüp bana bakmıştı- tanıyacak, onlarla konuşacak olursam mutlaka ama mutlaka bedbaht olacağım. Oradan savuşmak; onları tanımadan, bir daha yüzlerine bakmadan savuşmak, kaçmak istedim.
O dakikada Madam Jackson