Yıldız'da Neler Gördüm?. İsmail Müştak Mayakon
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Yıldız'da Neler Gördüm? - İsmail Müştak Mayakon страница 6
İki sarıklı çekilince mızıkanın taşkın ahengi salonun ortasına boşandı, muayede başlamıştı. O aralık tahtın yanı başında sağlam yapılı, iri boylu, dimdik duruşlu bir asker paşası peyda oldu. Bu, müşir Fuat Paşa idi. Fuat Paşa, tahtın kenarına gelerek Sultan Hamit’in bir işaretiyle saçağı eline aldı. Başta sadrazam olduğu hâlde vükela, erkânı devlet, teşrifata dâhil bütün memurlar, askerler, renk renk cübbeleriyle ulema birer birer gelip bu saçağı öptüler. Bir aralık salonun ortasında dimdik duran teşrifat nazırı yerden selam vermeye başladı. Bir, bir daha, bir daha… Kendi kendime: “Herif delirdi mi?” diyordum. Meğer bunun manası: “Artık tahta oturabilirsiniz.” demekmiş. Yani hünkâr muayyen bir rütbeye kadar tebrikâtı ayakta, ondan sonrakileri oturduğu yerde kabul edermiş. Büyük rütbeliler tebriklerini yapmışlar, sıra küçük rütbelilere gelmiş, teşrifat nazırı o temennalarla hünkâra oturmak zamanı geldiğini hatırlatıyordu.
Muayedenin bu birinci kısmı hayli uzun sürdü. Nihayet padişah ayağa kalktı, salonun dört cephesini dolduran insanları umumi bir temenna ile selamladı ve mızıkanın marş havası içinde odasına çekildi.
Yarım saat sonra muayedenin ikinci kısmı başlamıştı. Salon boşalmıştı. Şimdi tebrikât sırası saray memurlarının ve bendegân takımının idi. Başta bizler geliyorduk. Ben tahta yürürken gözlerim hep Sultan Hamit’in üstündeydi. İsmi korkunç akislerle muttasıl kulaklarımızda çınlayan Sultan Hamit, zulüm ve istibdadından dolayı adına Kızıl Sultan denilen padişah, memleketin dört köşesini tiril tiril titreten hükümdar nasıl adamdı? Tahta yaklaşmıştım. Hünkâr beni görünce gülümsedi. Tabii yüzümü bilmezdi, fakat göğsümdeki altın maarif madalyasından yeni hizmete aldığı kâtip olduğumu anlamıştı. Saçağı öpeceğim sırada Fuat Paşa’ya beni göstererek:
“Bu sene Mülkiye Mektebinden birinci çıkan… Mabeyin kâtipliğine aldım.” dedi. Gür bir sesi vardı. Ben hâlâ onun yüzüne bakıyordum. O kadar çok bakmışım ki etrafımdakilerin dikkatini celbetmiş. O gün başkâtip paşa, bana padişahın yüzüne bakmanın saray adabına aykırı olduğunu söylemişti.
Bizden sonra mabeyinciler, yaverler, hazine-i hassa, hazine-i hümayun erkânı saçak öptüler. Nihayet sıra köle takımına geldi. Allah’ım o ne çorba, o ne eciş bücüş şeydi! Bir dudağı yerde bir dudağı gökte harem ağalarından tutun da cepkenli poturlu koyun çobanlarına varıncaya kadar, genç ihtiyar, sakat sağlam bir sürü mahlukat, padişahın kümesine bakan kuşçular, hayvanlarını tımar eden seyisler, yemeğini taşıyan tablakârlar, at uşakları, arabacılar, saltanat kayığı hamlacıları, mızıkasında çalgıcılar, tiyatrosunda aktörler, bekçiler, kapıcılar, kısaca yüzlerce insan gelip geçtiler.
Ben hayretle bakıyordum. Nişan denilen şeyin Abdülhamit devrinde ne kadar ayağa düştüğünü o gün anlamıştım. Nişansız madalyasız adam hemen yok gibiydi. Koşum dizgini kullanmaktan eli nasır tutan arabacıbaşı ile üstü başı o dakika gübre kokan at uşağının da göğüslerinde Osmanlı Devleti’nin iki nişanı sallanıyordu.
Bayram alayı bitti. Bundan sonra sarayda haremi hümayun tebrikâtı vardı. Padişah, bu sefer gayriresmî olarak Yıldız’a döndü. Biz de vazifelerimizin başına geldik. Çünkü kitabet dairesinin tatili yoktu.
HAYAT VE SALTANAT
Abdülhamit’in hayatı ve saltanatı hakkında birçok kitap ve risale, bir hayli tefrika ve makale yayımlandı. Bunların hemen hepsini okudum. Yazarlarının hüsnüniyetinden şüpheye hakkım olmamakla beraber, iddia edeceğim ki bu yazıların çoğu hayal mahsulüdür. Bunlar ne Abdülhamit’in tarihidir ne de Abdülhamit tarihini aydınlatabilecek mahiyette vesikalardır. Abdülhamit’in nasıl bir adam, Abdülhamit devrinin ne mahiyette bir idare olduğunu anlamak için bu eserlere müracaat edilmesini tavsiye etmek fikirleri yanlış yola saptırmak demektir. Bunlar hakikat kırpıntılarından vücuda getirilmiş birer roman derecesini geçmez. Bir romanda ne kadar tarih bulunabilirse bu eserlerde de o kadar vesika kıymeti vardır.
Yazılarımın başlangıcında şöyle demiştim: Osmanlı hükûmeti demek Yıldız Sarayı demektir. Bu iddiayı şu suretle ifade etmek mümkündür: Abdülhamit devri demek münhasıran Abdülhamit’in şahsı demektir. Ufak büyük her işe kendi şahsının damgasını vurmuştur. Bütün imparatorlukta Abdülhamit’in iradesi değilse bile malumatı haricinde geçmiş belli başlı bir hadise yoktur. İdari, siyasi, iktisadi, ilmî, dinî ve içtimai bütün işlerin ipucu saraya bağlıydı. Sultan Hamit ve saray, ağının ortasında çalışan bir örümcek manzarası arz ederdi. Binaenaleyh Abdülhamit’in şahsını yakından tanımayanlar yahut Yıldız muhitinde az çok bulunmamış olanlar, Abdülhamit’i yazamazlar. Aksi takdirde ortaya tarihî bir eser değil, sadece bir roman çıkar.
Abdülhamit hakkında tarihi aydınlatabilecek insanlar iki sınıftır:
1 Abdülhamit’in çeşitli uşak ve ağa köleleri.
2. Yıldız’ın düşünür ve aydın erkânı.
Tarih; birincilerinden çok istifade edebilirdi. Bir musahibi, bir bekçiyi, seccadecibaşı, ibrikdarbaşı, kahvecibaşı, tütüncübaşı gibi hünkârın yakınlarını söyletmek tarihçi için kıymetli bir vesika hazinesine malik olmakla eşittir. Saray entrikalarını ve bu entrikalarda Sultan Hamit’in rolünü en ziyade bu kabil insanlar aydınlatabilirdi. Fakat ömürlerini Abdülhamit’e cezbe hâlinde bir itaatle geçirmiş olan bu insanlar, efendilerine dinî bir alaka ile bağlı olduklarından Sultan Hamit’in hayatını tarih sayfalarına vermek onların nazarında camiye abdestsiz girmek kabilinden bir günahtır. Bu itibarla tarih bu kabil insanlardan yardım görememiş ve bunların birçoğu dünyadan el çekmiştir.
Yıldız Sarayı’nın aydın ve düşünür erkânına gelince: Bu zümreye mensup olanlar içinde yaşadıkları devrin tarihini yazabilecek kudretli kalem sahibi insanlar vardı. Bunlar hiç değilse not kabilinden birkaç malumat bıraksalardı bugün Abdülhamit devrini yazmak pek kolaylaşırdı. Teessüf olunur ki bunlar da tarihe karşı vazifelerini yapmadılar. Gerçi son zamanlarda Tahsin Paşa, Hatırat adıyla bir eser neşretti. Ölümüne kadar sık sık gördüğüm Tahsin Paşa’yı bu yolda bir hatırat yazmaya ben sevk ve teşvik etmiştim. Bu hatıratın nasıl yazıldığını, Tahsin Paşa’nın kafasındaki malumatı ne kadar güçlükle ve tereddütle kâğıt üstüne döktüğünü bilirim. Tahsin Paşa, Sultan Hamit devrinin son on beş senelik hadisatında en mühim rolü oynayanlardan biri olması itibarıyla bu devrin tarihini en yetkin bir şekilde aydınlatabilirdi; fakat her nedense o da bildiklerinin onda birini bile söylememiştir. Bu itibarla Tahsin Paşa’nın hatıratı çok eksik ve çok cesaretsiz bir eserdir.
Tarih, Sultan Hamit’in tercümei hâlini:
“Filan tarihte dünyaya gelen, Sultan Murat’ın hâli üzerine filan sene tahta çıkan, şu kadar yıl saltanat sürdükten sonra filan tarihte Meclisi Millî kararıyla tahttan indirilerek Selanik’e gönderilen, nihayet Balkan Harbi üzerine İstanbul’a getirilerek Beylerbeyi Sarayı’nda zatürreden vefat eden otuz altıncı Osmanlı padişahıdır.”