Zeno'nun Bilinci. Italo Svevo
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Zeno'nun Bilinci - Italo Svevo страница 25
Ama o günlerin her saatini azaba çeviren başka bir şey de sabırsızlıktı. Neden kimse beni sormuyordu? Giovanni neden harekete geçmiyordu? Beni ne evinde ne de Tergesteo’da görmeyince şaşırması gerekmez miydi? Yoksa evden uzaklaştırılmama o da mı razı gelmişti? Beni sormaya gelip gelmediklerini merak ettiğim için hem gece hem gündüz çıktığım yürüyüşleri yarıda kesiyor, koşa koşa eve geri dönüyordum. İçimdeki bu şüpheyle nasıl yatacağımı bilmiyordum, sorgulamak için zavallı Maria’yı da uykusundan alıkoyuyordum. En kolay ulaşılabilir olduğum yerde, evimde saatler boyunca bekliyor, yerimden ayrılmıyordum. Neticede kimse sormadı beni ve kendim harekete geçmeye karar vermeseydim, bugün hâlâ bekâr olacağım kesindi.
Bir gece kulübene oyun oynamaya gittim. Babama verdiğim bir söze saygısızlık etmemek için yıllardır oraya adım atmamıştım. Bana bu sözün artık bir değeri yokmuş gibi geliyordu çünkü babam benim bu acı verici durumlarımı, kendimi oyalamam gerektiğini öngöremezdi. İlk başta bir servet kazandım ancak bu canımı sıktı çünkü bana aşktaki talihsizliğimin telafisi gibi geldi. Sonra kaybettim ve tekrar canım yandı çünkü aşkta kaybettiğim gibi kumarda da yenildiğimi düşündüm. Kısa süre sonra oyundan tiksindim: Bana layık değildi, hele Ada’ya hiç değildi. Bu aşk beni arıtmıştı çok!
Ayrıca o günlerden biliyorum ki aşkla ilgili hayaller katı gerçekler karşısında yok olup gider. Hayallerim bambaşka bir şeydi artık. Aşk yerine zafer düşlüyordum. Bir defasında uykum Ada’nın ziyaretiyle güzelleşti. Gelin gibi giyinmişti ve yanımda mihraba doğru yürüyordu ancak yalnız kaldığımız o zamanda bile sevişmedik. Ben onun kocasıydım, “Bana böyle davranılmasına nasıl izin verdin?” diye sorma hakkına sahiptim ya, bu bana yetmişti, başka hiçbir hak umurumda değildi.
Çekmecelerimden birinde Ada’ya, Giovanni’ye ve Bayan Malfenti’ye hitaben karaladığım birkaç mektup duruyor hâlâ. O günlerden kalma. Bayan Malfenti’ye uzun bir yolculuğa çıkmadan önce veda ettiğim basit bir mektup yazmışım. Ama böyle bir niyetim olduğunu hatırlamıyorum: Kimsenin beni aramaya gelmeyeceğinden emin olmadan şehri terk edemezdim. Gelip beni bulamazlarsa ne büyük talihsizlik olurdu! Mektupların hiçbiri adresine gönderilmedi. Sanırım onları sırf düşüncelerimi kâğıda aktarayım diye yazmıştım.
Uzun yıllar kendimi hasta olarak gördüm ancak kendimden çok, başkalarının acı çekmesine neden olan bir hastalıktı bu. “Üzüntü” illeti ile böyle tanıştım işte, beni çok mutsuz eden birtakım tatsız fiziksel duyulardan oluşuyordu.
İşte şöyle başladılar… Bir gece saat bir civarlarında uykum kaçtı, yatağımdan kalktım ve gecenin ortasında daha önce hiç bulunmadığım bu nedenle de hiçbir tanıdığın olmadığı bir banliyo kafesine varana kadar yürüdüm: Kimseyle karşılaşmadığımdan çok memnundum çünkü daha yatağımdayken Bayan Malfenti ile bir tartışmaya tutuşmuştum, yürürken devam edecektim kimsenin karışmasını istemiyordum. Bayan Malfenti, bana yeni suçlamalarda bulundu. Kızları ile “oyuncak gibi” oynamaya kalkıştığımı söyledi. Eğer böyle bir şeyi denemişsem Ada ile denemişimdir. Artık Malfentilerin evinde beni buna benzer şeylerle suçladıklarını düşünüp soğuk terler döküyordum. Yokluğum beni haksız duruma düşürüyordu, aleyhime iş birliği etmek için mesafemden faydalanacaklardı. Kafenin parlak ışığında kendimi daha iyi savunuyordum. Elbette, Ada’nın ayağına ayağımla dokunmak istediğim olmuştu ve bir kez, gerçekten de yapabilmişim gibi geldi, o da rıza gösterdi. Ama sonra anladım ki masanın tahta ayağına dokunuyormuşum, o da bunu anlatmış olamazdı.
Kafede bilardo oynanıyordu, ben de izliyormuş gibi yapıyordum. Koltuk değneğine yaslanan bir beyefendi, bana doğru yaklaştı ve gelip tam da yanı başıma oturdu. Bir limonata sipariş etti, garson benim de siparişimi beklediğinden dalgınlıkla ben de limonata söyledim oysa kendimi bildim bileli limonun tadını sevmem. Bu sırada oturduğumuz koltuğa yaslanan değnek yere kaydı, neredeyse içgüdüsel bir hareketle onu almak için eğildim. Zavallı adamcağız, bana teşekkür etmek isteyince tanıdı beni, “Ah Zeno!” dedi.
“Tullio!”
Şaşırdım ve elimi uzattım. Okul arkadaşıydık ve uzun yıllardır birbirimizi görmemiştik. Liseden sonra bir bankaya girip kendine iyi bir yer edindiğini biliyordum. Ancak dikkatim o kadar dağınıktı ki sağ bacağının neden koltuk değneğine ihtiyacı olacak kadar kısa kaldığını pat diye soruverdim. O ise keyfini bozmadan bana altı ay önce romatizmaya yakalandığını, bu nedenle de bacağının sakatlandığını söyledi.
Hemen aceleyle pek çok tedavi önerdim. Öyle büyük bir zahmete girmeden karşındakinin derdine içten katılırmış gibi yapmanın en iyi yoludur bu. O tedavilerin hepsini çoktan uyguladığını söyledi. Öyle söyleyince bir öneride daha bulundum:
“Bu saatte neden hâlâ ayaktasın? Gece havası pek iyi gelmez sana bence.”
İçtenlikle şakalaştı benimle: Gece havası sana da yaramaz dedi, neticede romatizma hastalığına henüz tutulmamış olsam da hayatta olduğum sürece tutulma ihtimalim varmış. Sabahın ilk saatlerinde yatma hakkı Avusturya anayasası tarafından bile tanınmış. Ayrıca, genel kanının aksine, sıcak ve soğuğun romatizma ile hiçbir ilgisi yokmuş. Kendi hastalığı üzerine çalışmış ve zaten bu dünyada romatizmanın nedenlerini ve çarelerini incelemekten başka yapacak bir şeyi de yokmuş. Tedaviden ziyade bu çalışmalarını derinleştirmek üzere bankadan uzunca bir izin alması gerekmiş. Sonra bana garip bir tedavi yönteminden bahsetti. Her gün bol bol limon yiyormuş. O gün otuz kadar yemiş ama çalışarak daha da fazla dayanmayı umuyormuş. Kendisine göre limonlar, diğer birçok hastalığa da iyi gelirmiş. Kendisi de sigara tiryakisiymiş ve limon yemeye başladığından beri daha az içer olmuş.
Bu kadar asidi düşününce ürperdim ama hemen ardından, hayata dair biraz daha mutlu bir görüntü geldi önüme: Limonları sevmezdim tabii ama bana yapmam gerekeni veya yapmak istediğimi kendime zarar vermeden ve herhangi bir kısıtlamaya maruz kalmadan gerçekleştirme özgürlüğünü verecek olsalardı, kasa kasa yerdim onlardan. Pek hoşumuza gitmeyen bir şeyi yapmak pahasına, istediğimiz şeyi yapabilmek tam bir özgürlüktür. Gerçek kölelik ise sevdiklerimiz karşısında çekimser kalmaktır: Hercules değil, Tantalos’un durumu.
Sonra Tullio da ne yapıp ettiğim konusunda pek meraklı göründü. Ona mutsuz aşkımdan bahsetmemeye kararlıydım ama bir çıkışa ihtiyacım vardı. Dertlerimi -ufak tefek şeyler- o kadar abartılı anlattım ki sonunda gözlerim doldu, Tullio ise benim ondan daha hasta olduğumu sanarak kendini daha iyi hissetti.
Çalışıp çalışmadığımı sordu. Şehirdeki herkes hiçbir şey yapmadığımı söylüyormuş, beni kıskanacağından korktum, o anda kesinlikle kıskanılmaya değil, acınmaya ihtiyacım vardı. Yalan söyledim! Ofiste her gün en az altı saat çalıştığımı, babamdan ve annemden miras kalan hayli karmaşık işlerin de beni bir altı saat daha meşgul ettiğini söyledim.
“On iki saat öyle mi!” dedi Tullio, yüzünde yanıtımdan tatmin olduğunun ifadesi vardı, gülümseyerek ve istediğim gibi bana acıyarak:
“Kıskanılacak bir hâlin yokmuş o zaman.” dedi.
Pek doğru bir sonuçtu bu, o kadar etkilendim ki gözyaşlarımın