Henüz 17 Yaşında. Ахмет Мидхат
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Henüz 17 Yaşında - Ахмет Мидхат страница 3
“Gerçek, Ahmet, senin neşelerin de doyulur neşelerden değildir; kendi neşenle arkadaşlarını da keyiflendirirsin. Haydi, bir de senin filozof ve şair Victor Hugo’nun hayatına birer konyak parlatalım!”
“Hem bu kahveci konyak kadehlerini niçin öyle yarım dolduruyor? Kendisi pek genç… Bana da mahbub olsaydı, şairin:
Yâr’im kadeh verirdi, yarım kadeh verirdi!
diye taslamış olduğu nükteciliği bir de ben tekrarlardım; ama iş öyle değil… Bunun için garsona söylemeli de kadehleri bütün bütün doldursun. Eğer Karamürsel kayıkları gibi etrafına bir muşamba çekip de öyle doldurursa daha ihsan buyurmuş olur.”
“Pek iyi, öyle olsun. Bu kadar şerefe de şair hazretlerinin değeri vardır ya!..”
“Daha fazlasına bile… Victor Hugo’nun değerine denk kadeh çakıştırmak lazım gelirse bunlar olmaz. Şarap kadehleri de hiçbir şey değildir. Su kadehleri bile küçüktür. Çamçakları, maşrabaları konyak doldurup öyle dikmelidir ki ağzın iki yanından taşanlar şöyle insanın çenesinden aşağıya doğru sel olup akmalıdır.”
Ahmet’e bu kertelerde keyif veren nesne, yalnız yemekten önce içilen üçer kadeh rakı ile tiyatroda alınan beşer küçük konyaktan ibaret değildi. Zati rakıların hızı ve kuvveti geçmiş oldukları gibi konyaklar dahi, öyle şişesi on franklık tesirli cinsinden olmayıp Kristâl Kahvesi’nde, daha iyisi hiçbir vakit rafları süslememiş olan, bir frank, seksen santimlik şişelerden olmasıyla, bunların da insanı o kadar sarhoş etmeyeceği belli idi; fakat oynanan oyun, Baba Ahmet’i, hiçbir şey içmemiş olduğu hâlde dahi, sarhoş sandıracak kadar hayran kıldığı için bu neşeler görünüyordu; lakin içkinin bundan sonrası bu hükme uymadı; Victor Hugo’nun afiyetine içilen kadeh, çifte kadeh olduğu gibi ondan sonra da filozoflardan, şairlerden adlarına kadeh kaldırılacak zatlar az değildi. Bu sıradan âşık şair Alfred de Musset’nin canı için ikinci çifte kadeh içilince, Hulûsi’nin gözleri parlamaya başladı; Ahmet ise nöbetin Madam George Sand’a geldiğini ileriye sürünce, Hulûsi dedi ki:
“Birader, Fransa’da böyle adına, aşkına, hayatına bade içilecek derecelerde kırk elli şair, filozof gelmiştir. Onlardan sonra, nöbet, Avrupa’nın ve en son dünyanın öte yanlarında, gelmiş geçmiş şairlerin, filozofların, canları, adları için konyak içmeye gelecek olursa hâlimiz ne olur?”
“Ha! Sahi, bak; dünyanın öte yanları dedin de hatırıma geldi. Koca Hafız Şirâzi’nin aşkına bir tanecik parlatmayalım mı?”
“Sa’di, Saib falan, İmriul Kays’a kadar varacak mıyız?”
“Öte yana bile geçeceğiz!”
“Öyle ise benden gelmez! Ben senin kadar felsefeye ve şairliğe tapamam.”
“Ama şimdi bir koca Hafız Şirâzi’yi unutacak mıyız ya?”
“Sen bunun en kestirmesini ister misin? Gel biz gelmiş, gelecek, ne kadar şair, filozof varsa hepsinin şerefine topyekûn bir konyak daha fırlatalım da içeriye girelim; çünkü dördüncü perde belki de başlamıştır.”
“Adam, daha çıngırak çalınmadı be!”
“Öyle ise, sen benim hürriyetime karışamayacağın gibi ben de senin hürriyetine karışmam, dostum! Sen Mişo (Michaud)’nun Meşhur Adamlar Ansiklopedisi’ni eline alırsın; yukarıdan aşağıya kadar gözden geçirip süzersin. Ne kadar usta şair, ne kadar her fenden anlar filozof adına rastgelirsen hepsinin aşkına birer tane içersin. Ama bu gecenin müddeti yetmezmiş! Ama bu kahvede o kadar konyak bulunamazmış! Oraları bana lazım değildir. Ben dediğim gibi gelmiş, gelecek ne kadar tanınmış insan varsa hepsinin aşkına bir daha atıp hemen içeriye ineceğim! Gel, garson! Şunları bir daha silme dolduruver!”
Akşam lokantada içki için ilk teklifi eden Hulûsi, ilk nazı gösteren Ahmet olduğu hâlde şimdi ayak diremenin Ahmet’e, nazın da Hulûsi’ye geçmesi içki hâllerinin dikkate değer eğlencelerindendir.
Neyse, Ahmet’in ille deyip dayatması da ciddi bir şey değildi, keyif getirmek için yapılmış latifeden ibaretti. İki arkadaş gelmiş, gelecek şair ve filozoflar adına bir daha içtikten sonra tiyatroya girdiler ki meğer kendileri zilzurna olurken çıngırak dahi çalınmış bulunduğundan dördüncü perde de başlamıştı.
Hasılı, tiyatro oynandı, bitti; Ahmet Efendi oyunun en ince hükümlerini anlatıp şerh ederek arkadaşı ile birlikte halka uyup dışarıya çıktı ki yağmur daha ilk şiddetiyle sürüp gitmekte olup arabası, setresi olmayan seyircileri bir düşünmek almıştı. Hâlbuki semtleri gene Beyoğlu olduğu hâlde bir düşünceye varan seyirciler arasında semtleri İstanbul olan bu iki arkadaşın düşünceleri daha mühim olacağına şüphe yoktur.
Hulûsi dedi ki:
“Arkadaş, ne yapacağız?”
“Vallahi, bilmem. Bunda geçecek surat yok.”
“Ciğerlerimize geçecek surat pek âlâ var. Sanırım, biz İstanbul’a gidemeyeceğiz.”
“Bir arabaya bindiğimiz gibi gideriz.”
“Ama arabacılar havanın fenalığını fırsat bilerek, baksana, Beyoğlu’nun iki adımlık yerlerine bile bir buçuk mecidiye istiyorlar, bir mecidiyeyi beğenmiyorlar bile. İstanbul’a kadar bir liraya giderler mi dersin?”
“Ne diyeceğimi bilemem; her hâlde bir çare buluruz. Şimdilik benden bir fikir istersen, derim ki: Şuraya, yukarıya, kahveye çıkalım da biraz bekleyelim; belki bir ara verir.”
“Yoksa gene şanına konyak içip alkışlayacak bir büyük şair mi hatırına geldi?”
“Hayır; ama burada, tiyatro kapısının önünde dolaşmak da hoş bir şey değildir, ya? Bizi görenler; ‘Acaba eğlence ister misiniz?’ diye yüzümüze bakarlar.”
“Gerçek, bu da bir fikirdir ya!”
“Hangisi?”
“Kendimizi bu akşam nereye misafir etsek?..”
“Otellere murdarlıktan girilmez. Oralarda pislikten yatılmaz. Yataklar birer mecidiyedir. Sabahleyin kahve ve kahvaltı falan, hep liraya varır. O lirayı arabaya versek de yerimize gitsek daha mı kötü olur?”
“Hayır, hayır; maksadım bir otele gitmek değil! Hem bak, hava da ne kadar soğuk! Şimdi temiz, pak bir sıcak oda! İçinde her gün gelin olup her gece gerdeğe girmeye hazır bir nazenin! Mis gibi yatarız, zevkimize…”
“Benden gelemez, azizim.”
“Canım…”
“Ben sabahlara kadar Jean-Jacgues Rousseau’nun şerefine konyak parlatabilirim; ama o her gün gelin