Kâğıttan Kayıklar. Emin Göncüoğlu
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Kâğıttan Kayıklar - Emin Göncüoğlu страница 5
“Misafirin para verdiği nerede görülmüş?” dedi.
İlerideki masada yemeklerini yiyip bitirmiş biri yaşlı biri genç olan iki kişi onlara bakıyordu. Kalktılar.
“İyi geceler.” dedi Muktim adamlara. Karşılık aldı, sevindi.
Eski arkadaşının koluna girmişti. Üşüyorlardı, daha sokuldular birbirlerine, bedenlerindeki sıcaklığı hissettiler. Bir bozkır gecesinin soğuğunda küçücük, minnacık bir sıcaklıktı bu. Kısa boylu sevimli garson onları uğurlamış, arkalarından da bağırmıştı:
“Yine beklerim abi.”
“İnşallah.” dedi Muktim. “Ölmezsek yine geliriz.”
Küçük ve eski arabaya bindiler. Asfalt yola çıkıp yavaş yavaş uzaklaştılar. Kısa boylu sevimli garson ve ön bahçesiyle küçücük lokanta arkada kaldı. Son iki müşteri de kalkmıştı, giderek küçülüyorlardı. Uzaklaştıkça lokantanın baygın ışıkları daha da cılızlaştı. Yol altlarında kayıyor, arabanın yaşlı karnına doluyordu. Uzaktan görünen şehrin ışıkları, akşamki canlılığını yitirmekle beraber yine çekimli, ışıl ışıl titreyip duruyordu. Yaşlı ve yorgun araba, sırtındaki iki yolcusu ile beraber ışıklarını şehrin ışıklarına katarak gecenin içinde kayboldu.
II
Eylül ayının kıpırtısız ve sıradan son cumartesi günüydü. Gökyüzünde pürüzsüz bir mavilik vardı. Kuşlar bundan alabildiğine hoşnut, gezinip duruyorlardı.
Mutfağa yöneldi Muktim. İnce yapılıydı, zayıf bile sayılabilirdi. Yüz çizgileri kendisini yaşından daha olgun ve kederli gösteriyordu. Yüzüne bakan birinin göreceği ilk ifade buydu. Kendisi bunu daha çocuk yaşlarında fark etmiş, çok da şaşırmıştı.
Bir gün şaşkın gözleri ile tuvalet aynasında yüzüne bakmış ve dakikalarca gülmüştü, yüzündeki keder yok olsun diye. Tuvalet kapısının yumruklanması ile kendine gelmişti. Annesi:
“Delirdin mi oğlum? Niye gülüyorsun?” diye endişe içinde sormuştu.
İçine çektiği serin sabah rüzgârı iyi gelmişti. Teri soğumuş, vücudu kurumuştu. İçi yanıyordu. Açık pencereden içeri dolan hava, sırtında oynuyordu. Mutfağa girdi. Eski buzdolabının kapısını açtı, en alt raftaki yan yana dizili su şişelerinden birini aldı. Buzdolabının içinden, birbirine karışmış yemek ve meyve kokuları geliyordu. Yüzünü buruşturarak aceleyle kapattı. Elindeki şişenin kapağını açtı, soğuk suyu olduğu gibi midesine boşalttı. Başı dönüyordu. Alışık değildi içkiye. Başının derinlerinde geceden kalma ağrıdan canı yanıyordu. Midesi de bulanıyordu şimdi. Mutfağın içi loştu, penceresi yan taraftaki apartmana bakıyordu. İnce tülden bir perde vardı pencerede. Beyaz rengi bozulmuş kirlenmişti. Tahtadan yapılmış küçük ve eski bir masa buzdolabının yanında duruyordu. Masanın üstünü örten naylon, yer yer yırtılmıştı. Masanın üstünde, içinde kalmış yemek artığıyla küçük bir bakır sahan, kurumuş, bayatlamış birkaç parça ekmek ve su sürahisi vardı. Bakır sahana baktı, “Anamdan kalan, ona da anasından kalan.”diye düşündü. “Ne çok yemekler yenmiştir içinde.” Lavabo kirli tabaklarla doluydu. Oldukça biriktiği için kendi kendisine sinirlendi.
Mutfak penceresinin önünde güvercinler oynaşıp duruyordu. Masanın üstündeki ekmek kırıntılarını avucuna doldurdu. Yavaşça pencereyi açtı. Vereceği bir iki kırıntı için korkutmak istemiyordu bu sevimli hayvanları. Bütün sessizliğine ve dikkatine rağmen, güvercinler korkup önce havalandılar; Muktim’in elindekileri pencerenin kenarına bırakıp hızla geri çekilmesinden sonra tekrar gelip kondular. Ardından ipince gagaları ile küçük ekmek parçalarına vurmaya başladılar. Muktim, bir süre sevgiyle seyretti onları. Küçük bir güvercin olup aralarına karışmak istedi. Çocukken rüyalarında hep kuş olur uçardı. Üstüne üstüne gelen baş edemediği kötülüklerden ancak havalanarak, uçarak, gökyüzüne çekilerek kurtulurdu. Ve oradan da büyük bir neşe içinde üstüne gelenlerin başına tükürürdü. Mutfak tezgâhının üstünde üst üste konmuş birkaç temiz tabak duruyordu. Kız kardeşinin küçük ince parmakları vardı sanki bu temiz tabaklarda. Her hafta sonu gelip dururdu, yanında küçük oğlu ile kapısının önünde. Etrafa çekidüzen verir, ortalığı temizler, tekrar giderdi. Muktim elinden geldiği kadar ona fazla iş çıkarmamaya çalışır, yormak istemezdi. Çoğunlukla kendisi yıkar, kendisi temizler, fakat her şeye rağmen kız kardeşi yapılacak, temizlenecek bir şey bulurdu. Şişenin dibinde kalan suyu da içti, midesindeki bulantı geçsin diye. Ama suyla birlikte bulantı daha da arttı, başı ağırlaştı. Yere düşmüş eski bir gazete parçasına takıldı gözü, eğildi aldı yerden. İçinde sarılı bir şeylerle eve gelen gazete parçalarıyla doluydu buzdolabının üstü. Oradan düşmüştü. Sayfanın tam ortasında büyükçe bir resim göze çarpıyordu, bakılamayacak kadar çirkin bir şeydi. Yatak odasına benziyordu. Etraf pis, yatak darmadağınıktı. Yatağın önünde yerde, üstü örtülü iki ceset duruyordu. Çıplak oldukları, üstlerinin aceleyle kapatılmış olmasından, ayaklarının dize kadar görünen kısmının giyinik olmamasından anlaşılıyordu. Cesetlerdeki kanı canına çekmiş çarşaf, kırmızı lekelerle doluydu. Cesetlerin başında iki polis ve şaşkın birkaç kişi vardı, Büyük ve çirkin resmin altında, saçı sakalı birbirine karışmış, yüzü ölesiye kederli genç birinin resmi duruyordu. Katil olmalıydı. Gazetenin isminin üstünde birinci haber: “Başbakan: Memurumuzu, işçimizi enflasyona ezdirmeyeceğiz, enflasyonun üstünde gelir artışı sağlayacağız.” Daha alt köşede: “… Grevi üçüncü ayında.” “Çatışmada 3 terörist öldürüldü.” Sayfayı çevirdi, gazetenin kendi adına başlattığı reklam kampanyasının resimleri vardı. Bütün bir sayfayı kaplamıştı. Lüks döşenmiş bir dairenin odalarından, banyosundan, mutfağından, balkonundan görüntülerle doluydu tüm sayfa. Renk renk tüm bu görüntülerin üstünde birbirine sarılmış mutlu genç bir kadınla bir erkek, pırıl pırıl gözleriyle okuyucuya sesleniyorlardı: “Yalnız otuz kupona bu şahane daire sizin olabilir, fırsatı kaçırmayın.”
Muktim’in başı dönüyordu; yazılar, resimler bir bir sayfadan aşağıya dökülmeye başladılar. Yalnız otuz kupona bu şahane daire sizin olabilir. Yalnız otuz kupona bu şahane şahane talihli sizin olabilir. Yalnız otuz kupona bu şahane cesetler cesetler cesetler sizin olabilir sizin sizin… Midesi, kabaran dalgalar gibi üstüne üstüne geliyordu. Zor zapt ediyordu gövdesindeki fırtınayı. Resimdeki cesetlerden akan kanlar gazetenin her yanını sarmıştı. Evler, odalar, her şey bu kan gölünün içinde eriyip gitmişti. Elinden atmak istedi kanlı kâğıt parçasını. Olmadı, yapışmıştı eline. Diğer eliyle çekti aldı, parçaladı avucunun içinde yok etmek istediği kanlı kâğıt parçasını. Fakat yok olmuyordu, sadece şekil değiştirmişti. Son bir gayretle yuvarlak bir top hâline getirdiği parçayı içindekilerle birlikte çöp kovasına savurdu. Mutfaktan hızla çıktı. Tuvalete girdi. Cesetlerden akan kanlar eline bulaşmış gibiydi.
Bol suyla yıkadı ellerini, sonra da yüzünü. Göz göze geldiği tuvalet aynasının içinde boğulur gibi hissetti kendisini, tekrar yüzüne baktı. Aynanın içinde dönüp duran bir baş gördü, hareketli çekilmiş resimlerdeki gibi bulanık ve hızlı. Sımsıkı kapadı