Beyaz Kelebekler. Rahimcan Otarbayev

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Beyaz Kelebekler - Rahimcan Otarbayev страница 8

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Beyaz Kelebekler - Rahimcan Otarbayev

Скачать книгу

Annesi de her gittiğinde, “Yavrum, zirvelere çıkarım diye düşünme!” diye ikna ederdi. Pantolon satan oğlu sanki çarşının en şerefli yerini elde etmiş gibi konuşurdu. Titrek hareketiyle büyük odanın içine girdiğinde yüzü kırmızı kesilen mavi gözlü beyefendi yerinden gülümseyerek kalktı.

      “Gel kardeşim, buyrun! Sen benim kardeşimsin, sana göz diktim.”

      Şaşkın şaşkın yüzüne bakıyordu. Çarşı sahibi kurt gibiydi, başından ayaklarına kadar süzdü.

      “Selamünaleyküm!” dedi yeniden ne konuştuğunu bilmeden.

      “Aleykümselam. Otur kardeş. Sakin ol. Pantolonu ne yapacaksın? Boş ver! Bugünden itibaren danışmanım ol. Kızımla birlikte… Hem çok paran olur.”

      “Satamadığım malım var…”

      Çarşı sahibi kahkahaya bastı:

      “Kardeşim, güzel kardeşim, kimse pantalonsuz kalmaz, korkma. Başkasına veririz.”

      Devran bu görüşmeden sonra zor ayıldı…

      Yürürken adeta düşüyor ve kalkıyordu. Çarşıya doğru yürüyordu. Her gün bu yönde hareket ederdi. Fakat zayıf düşüren susuzluktu… Sokaktaki insanların boş konuşmalarını dinliyerek geçiyordu. Harfleri yutarcasına konuşan bir dede, uzun boylu oğluna kızıyordu.

      “Geçen sene büyüttüğüm öküzü satıp seni okumaya verdim. Öğretmenlerin şikâyet ediyorlar, ‘Senin oğlun bir harf bile öğrenemedi’ diye. Bak şu işe… Oğlum Yargıtay olacak diye annen gece gündüz çalışıyor. Bizler eskiden kitapları ezberlerdik. Sılkıbay denen adımı kirlettin, köpek oğlu köpek!”

      “Baba n’olur, yeter artık!” der oğlu…

      Çarşı sahibinin iki danışmanından biri, satış yapan kadınların çarşı sahibinden sonra çarşıyı sahiplenecek dedikleri Sırğalı idi. Elma yüzlü, erkek tenli, çok hareketli kadındı. Gözlerinin rengi babasının koyu renginden değil, gök rengindendi. Yüz yüze karşılaşırsan eğer, gövdesinden yüzün görünmez olur.

      O gün Alima, “Başkanım bizim suyumuzdan tatarsa, ne güzel olurdu,” diye gülümsemişti.

      “Senin su kaynağına bayılırım ben,” demişti Devran büyük bardağı çevirerek. “Güneş her tarafı yakıyor. Sahi, yarın tiyatroya gidelim, olur mu? Güzel bir oyun varmış diye duydum.”

      Sesini yükseltmeden konuştu: “Gidelim. Mercedes’ine beni bindirecen mi?”

      “Tabi canım.”

      O anda kırılan cam sesi onu korkuttu. Meğer bardak yere düşmüş.

      Yoldan geçerken çarşı sahibinin odasına girdi. Çarşı sahibi ses çıkartmadı. Aşağıya doğru bakıyordu. Yanında duran erkek tenli kadının yüz rengi değişti.

      “Sen!” dedi öfkelenerek. “Ne yapıyorsun orada! Koskoca adam değil misin?! Babamdan sonra bu işe sahip olan sen değil misin?! Çarşının girişinde bir de su içersin ha! Bundan sonra sana kim saygı duyar?”

      Devran sessiz kaldı.

      “Yoksa buzdolabın mı doldu?”

      “Tamam, kes!” diye velveleye getiren kızının konuşmasını kesti babası. “Yeter artık! Devran, kardeşim, iyi geçinmek iyidir. Fakat bu millet senin iyiliğini anlamaz. Azıcık bağladın mı sonra vazgeçmek kolay olmaz. Hiçbir şey önemli değil. Sırğalı’nın düşündüğü tek şey, senin onurundur. Gençlerin dilekleri bir olur derler. Birbirinize destek vermelisiniz. Ben sizinle gurur duymam gerekir. Anladın mı oğlum?”

      “Af buyrun efendim… Aklımı kaybettim!”

      “Sen ne diyorsun?”

      “Sırğalı, yeter artık! Öyleyse, Devran, benim şöyle bir planım var. Bizler çarşı açtık diye hep kendi kazanımızı kaynatmayalım. Komşu eyaletlerde, mesela Almatı’da yada Astana’da yeni alış veriş merkezleri var. Onları nasıl çalıştırdıklarını öğrenmek lazım. Sonra bir proje halinde bunu işleyelim. Şu çarşı satışı bugün vardır, yarın olacağından kim emin olabilir? Milletimize temiz hizmet vermeliyiz. Bu bizim görevimiz. Bu işi Sırğalı ile birlikte yaparsınız diye ümit ederim.”

      “Tamam, abi.” Sesi kısık çıktı.

      “Ne güzel işte! Hadi bakalım, bugün uçuş varsa, hemen yetişin.”

      “Ne zamana kadar?” Kızı yumuşadı. “Babacığım, aciliyetimiz yok!”

      “Bir ay… iki ay… üç ay… Siz bilirsiniz!”

      Yine düşe kaka yürüyordu. Çarşıya doğru. Her gün olduğu gibi. Susuzluktu güçsüz bırakan…

      Harfleri yutarcasına konuşan dede, yüzünde sivilceler çoğalan oğlunu haşlıyordu:

      “Senin yaşındayken attan inmezdim. Okumayı beceremezsen, evlen demiştim. Komşu Kudaybergen’in kızını alalım demiştim. Şişmandır dedin… Ne olacak sanki? Sen geleceğini düşünseydin, it oğlu it!”

      “Baba, konuşmuştuk ya. Keselim artık…”

      “Allah belanı vermesin! Ne güzel kızdı o…”

      Birkaç şehirde bulunarak aynı yatağı paylaştılar. Daha ilk teklifinde, “Ne oluyor?” diye tanıdık sesi duymuştu Devran. “Bu zenginlik tavandan düşmemiştir herhalde. Benim sayemde rahatsın Devran. Ben sana vuruldum. Ne oluyor yine?”

      “Tamam işte…” dedi. “Ben de…” Pek isteksizce konuştu.

      “Tamam ise, su satan sıpayı unut! Döner dönmez o kadını kov!”

      “Daha neler?”

      “Ne dedin sen!”

      “Tamamdır!” dedim.

      Ondan sonra… Üzerine bindirmeyen yılkıyı öğretiyor gibi miydi sahiden?.. Yoksa demir ustanın dükkânında külleri mi üflüyordu?.. Çarşı değil de cennet bahçesinde mi geziniyordu yoksa? İçini sarhoş olan bir his sarmıştı ki, Jarbay›dan gelen bu oğlana hiç mi hiç imkân vermemişti. Pembe günler bitmişti. Hislere kapıldığı o anlar biter bitmez, Alima’nın yanına geldi. Sıradakiler azalınca Alima gözlerini kaldırdı.

      “Yaşıyor muydun?” Gülümseyerek konuştu. Bu sefer bardak kırılmadı. Sanki göze ilişmeyen bir hüzün duygusuyla sarıp sarmalamıştı etrafını. İki kaşın ortasındaki ben, eskisinden daha güzelleşmiş gibiydi ki, yüzünde karıncanın izleri gibi bencikler çoğalmıştı.

      “Jarbay’dan annem geldi. Seni arıyor. El ayak hiçbir işe yaramıyor diyor. ‘Bu zamanlarda müdür olan adam hiç yerinde durur mu?’ diye endişe ediyordu.”

      “Evet…”

      “Ne zaman evimize getireceğiz?” dedi. “Tiyatroya

Скачать книгу