Çiğdemleri Solan Bozkır. Avşar İmdat

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Çiğdemleri Solan Bozkır - Avşar İmdat страница 6

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Çiğdemleri Solan Bozkır - Avşar İmdat

Скачать книгу

Teneffüslerde yalnız gezerdi. Bizden üst sınıfta bir kıza dalardı gözleri. Ayakları o kızın olduğu tarafa götürürdü Muhterem’i. Yaklaşamaz, uzaktan bakar, uzaktan severdi. Bilirdik. O, bir şeyler anlatırken bir ihtiyar adam konuşurdu sanki. Hocaların anlattığı hiçbir şey sarmazdı onu. Sınıfın duvarları kuşatamazdı Muhterem’i. Derslerle de pek ilgilenmezdi. Çukur ayna, tümsek ayna, Frigyalılar, Urartular, çember, daire, üçgen… Vız gelir tırıs giderdi zihninden.

      Nusret Hoca gelmeden önce, müzik dersimize, Türkçe hocası gelirdi. O, dilinden bal damlayan adam: Yaşar Bey. Müzik dersinde her birimiz birer türkü söylerdik. Kırk dakika bir su gibi akar; neşe içinde biterdi. Ne solfej ne nota ne de diyez, bemol… “Sol anahtarından hiç haberimiz yoktu. Yaşar Hocaya bir türkü söyledik mi, tüm kapılar kendiliğinden açılırdı. “Bir bölü birlik, bir bölü dörtlük, sekizlik, onaltılık….” Ne notalar, ne vuruşlar varmış, hiçbirini bilmezdik ama mutluyduk. Müzik deyince yanık bir türkü gelirdi aklımıza. Türküler gibiydi zaman, bazen şen şakrak, neşeli, bazen de dertli…

      Nusret Hoca gelmeden önce, müzik dersinde en başarılı öğrenci Muhterem’di. Bize, diğer derslerdeki başarılarımıza göre bir not veren Yaşar Hoca, Muhterem’e cömert davranırdı. Muhterem o yanık sesiyle “aydooost!” diye bir bozlağa asılır; “on” alıp otururdu.

      Muhterem hariç herkesin sadece bir türküsü vardı. Kilimcinin Murtaza, “Kızım sana fistan aldım vardı mı da vardı mı?” Nalbantların Bayram, “Bahçeye bider ektim de kız Meyrem, Meyrem,” Nurukâlerin Arif, “Bağa gel bostana gel” diye başlarlardı. Çoğumuzun türkülerini yarıda keserdi Yaşar Hoca. Muhterem, her hafta farklı bir türkü söylerdi. Onun türkülerini hiç kesmez, sonuna kadar dinlerdi. Bir başka olurdu onun türküleri:“Karadır bu bahtım kara, Ağ ellerin sala sala gelen yar…” Bazen hüzünlenirdi Yaşar Hoca. Bir türkü söylerdi ki Muhterem, yaralı, ölgün, içli bir türküydü. Bir ateş gibiydi ezgisi. Muhterem’in göğsünden kalkan yalım Yaşar Hocayı da sınıfı da yakardı. Hepimiz sessizce dinlerdik.

      “İp attım ucu kaldı

      Tarakta kücü kaldı.

      Ben sevdim eller aldı

      Yürekte acı kaldı.

***

      Nusret Hoca’nın daha ilk derste estirdiği korku rüzgârı, köylerdeki analarımızı bile savurmuştu. Analarımız, gönülsüz de olsa birer flüt parası çıkarıp vermişlerdi o hafta…

      İstanbulluydu Nusret Hoca. Havası, suyu, insanları, türküleri farklı şehirden. Kolayca telaffuz edemediğimiz “konservatuar” mezunuydu. Bu kelimeyi duyduğumuzda gözlerimiz nasıl da iri iri açılmıştı.

      “Konservatuar!”

      Gözleri çil maviydi Nusret Hoca’nın, gözleri donuk, mat, soğuk… Hiddetlenince, gözlerinde çok korkunç ve okunmaz ifadeler olurdu. O hiddetlenince, bakışlarımız sıraya çakılır, kafamızı kaldıramaz, gözlerine bakamazdık…

      Müzik dersi vardı, flütlerimizi ve beş çizgili defterlerimizi alıp geldik o gün. Hoca tebeşir tozuna batırdığı bir ip ile tahtaya beş çizgi çekip çizgilerin baş tarafına bir de anahtar koydu. Sınıf bir mahpushane, o beş çizgi de demir parmaklıklara dönüştü birden. Ve o anahtar: “Sol anahtarı!” Hiç birimiz, hiçbir kapıyı aralayamadık onunla. Ritm, solfej, tam vuruş, yarım vuruş, ince re, kalın do, si bemol, fa diyez… Anlamsız çığlıklar ve flüt. Bir helke yoğurt parasına aldığımız o kâbus, rüyalarımıza giren o alet! O günden sonra ezgilerimiz yarım kaldı, türkülerimiz dilsiz…

      İngilizceden, matematikten korkmazdık. Müzik dersi olduğu günler ise bir tedirginlik çökerdi üstümüze. “Nusret Hoca beni kaldırmasa” diye bildiğimiz tüm duaları okur; hatim indirirdik. Bir türkü söyleyip “yedi, sekiz, on” aldığımız günler, aah, o günler ki, sisler, dumanlar içinde kaybolan uzak hatıralar gibiydi. El yetmez, göz görmez hatıralar…

      Nusret Hoca flütü öttürüp sorardı:

      “Bu hangi ses?

      “Fa.”

      “Aç elini! ”

      “Pat, pat, pat, pat.”

      “Geç yerine, senin yerinde eşek olsa öğrenirdi.”

      “Do, re, fa, bir vuruşluk, dört vuruşluk…” bir türlü tutturamazdık. Beyaz değnek elimize inip inip kalkardı. Elimizi yalayıp geçerdik sıramıza.

      Bir bahar günüydü. Çarşambaydı. Analarımıza uğrayıp gelmiştik. Matematik dersinden yeni çıkmış, fa, sol, la sol, mi mi, re mi… bir şeyler ezberlemeye çalışıyorduk. Muhterem oralı bile değildi. Bize bakıp gülüyordu.

      Nusret Hoca derse girdiğinde, sınıfın içine ölü toprağı serpildi. Derin bir sessizlik çöktü. Gözlerimizi kaçırdık hep birlikte. Muhterem ile ben orta sıralarda kafamızı önümüze eğdik; bir çift keklik gibi pustuk. Hoca flütü ile bir parça çaldı. Sonra melodisiyle birlikte söyledi.

      “Oooooo, mavi bilye gibi dünyaaaaaaa!

      Tüm dünyanın çocuklarııııııı!

      Gelin oynayalıııııııııım.

      Mavi bilyelerleeeee;

      Dostluk kardeşlikleeeeeeeeeeeeee…”

      Bu sözler hepimize bir tuhaf gelmişti. Zihnimizde hiçbir acıya, ateşe, ağıda, türküye karşılık gelmiyordu. Gülmek istiyor, korkudan gülemiyorduk. Yaşar Hoca olsa kahkahalar atardık. O da gülerdi bizimle.

      Nusret Hoca şarkısını bitirdi ve anlamını bir türlü çözemediğimiz, belki de hiç çözemeyeceğimiz acayip seslerle bağırmaya başladı.

      “Siiiiiii, la sol fa mi re do re siiiiiiiiii….”

      Muhterem usulca fısıldadı:

      “Bu ne bağırıyo gurban olduğum? Göçün ardında kalmış deve köşeği gibi…”

      Dudaklarımı ısırdım. Küçükken ağladığımda ebem söylerdi bu sözü. Muhterem de gülecekti. Kendimizi zor tutuyorduk. Muhterem’in gözlerinin içi parlıyordu. Yanaklarımız iyice gerilmişti. Korkmasak pıskıracak; kahkahayı basacaktık. Hoca fısıldadığımızı gördü. Korktum, tahtaya bakamıyordum. Muhterem de kaşlarını çatıp ciddileşti, yüzündeki ifadeler değişti. Nusret Hoca gözlerini ağarttı, gözlerinde çil mavisi iki bilye dönmeye başladı. Bakışları ürkütücü, soğuktu. Sınıfa şöyle bir göz gezdirdi. Bize doğru ilerledi. O gelirken küçüldük iyice, pustuk sıraya. Hoca, Muhterem’in ensesinden tutup.

      “Tahtaya çık,” dedi.

      Muhterem ölüm fermanı okunan bir mahkûm gibiydi. Tahtaya çıktı. Ceketinin altında gömleği yoktu. Bir kazak giymişti ve kravatı da çıplak boynuna bağlamıştı. Nusret Hoca, sağ elindeki flütü sopa gibi sallayıp sol eline vuruyordu. Muhterem’in önünde sağa sola gidip geldi, birden geriye döndü ve gürledi:

      “Nerde flütün!”

      “Flütüm yok hocam.”

Скачать книгу