Tölen Abdik Hayatı ve Seçme Eserleri. Анонимный автор
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Tölen Abdik Hayatı ve Seçme Eserleri - Анонимный автор страница 5
Hikâyenin içine derinden daldıkça, iki eser arasındaki manevi uyumu ve aynı kaynaktan beslenen iki farklı düşünce arasındaki yakınlığı hissetmek mümkün. Bir ulusun yaşatılması adına yapılan mücadele kadar, lanetli bir dönemde soyunu devam ettirmek için çocukları adına feraset savaşı yürüten başkahramanın çektiği çile ve ıstırap da önemlidir.
Eserde acımasız bir dönemde yaşayan bir sülalenin yok olmanın eşiğine gelmesi ihtiyar Seysen’in kaderi üzerinden anlatılır. Hikâyenin sonunda, yazar Abdik’in bu eseri yazarken, Tomas Mann’ın bir ailenin çöküşünü anlattığı “Buddenbrook Ailesi” romanından etkilendiğini fark etmek mümkün. Ancak Abdik, Alman yazarın insanlığı ilgilendiren derin fikirlerini kendine özgü tarzıyla süsleyerek, milli edebiyatımızın paha biçilmez eserlerinin arasında yerini alabilecek müstesna bir eser yaratmıştır. Hikâye, Sovyet döneminin uydurma gerçeklerinin değil, Rus Kozaklarının zorbalıkları, bir ulusu yok olmanın eşiğine getiren açlık, kıtlık, kanlı aydınlar tasfiyesi gibi hayatın derinliklerinde gizlenmiş gerçekler üzerine kuruludur. Hikâyenin Sovyet İmparatorluğunun kanlı döneminde yazıldığını dikkate alırsak, Tölen’in bu cesaretine hiç şüphesiz ki, manevi bir kahramanlık denilebilir.
Tölen Abdik, halkın kaderinin ateşteki sıcak tavada cayır cayır yanan yağa benzediği ve insanların hayvandan da beter katledildiği bir dönemde dünyaya gelen Carmağambet’in beş oğlundan hayatta kalabilen tek evladı Seysen’in bu dünyaya veda edişini anlatırken birçok yazarın cesaret edemediği acı gerçekleri dile getirmiştir. Bu eser dikkatli Sovyet sansürünün gözünden nasıl kaçmıştır bilinmez, ama şansı yaver giderek Sovyet döneminin propagandası yerine, Kazaklara uygulanan zulmü ortaya çıkaran eser, 1970’li yılların sonlarında beklenmedik bir anda okurların beğenisine sunulmuştur. Yeni bir rejim kurmak için yapılan mücadele, Jarmagambet ailesine dert ve tasadan başka bir şey kazandırmamıştır. Hepsi birer aslan parçası oğullarının en büyüğü Nurcan’ı atlı Rus Kozak askerleri kısrak tutarken vurarak öldürür. Bir başka oğlu Kapsattar ise aldığı darbe sonucunda hayatını kaybeder. Absattar ise karısı, çoluk çocuğuyla birlikte açlığın kol gezdiği o acı yıllarda hayatını kaybeder. Düysen isimli oğlu hayatını Sovyet hükümetine adar, bu uğurda büyük emek sarf eder, ancak her şeye rağmen vatan haini yaftasıyla tutuklanır ve dönüşü olmayan bir sürgüne gönderilir. “Baba” hikâyesi yazarın önceki eserlerinden çok farklıdır. Bu eserde artık insanlığın zulüm karşısında galip geldiğini görebiliriz. “Baba”, Abdik’in yaratıcılık gücünün ortaya çıkardığı en parlak eserinden biridir. İhtiyar Seysen, çocukken babasına yardım edemediği için çaresizlikten kahrolur, içini bir pişmanlık kemirirdi, ancak sülalesini kurtarma uğruna zalim rejime karşı yaptığı feraset savaşında nihayet amacına ulaşır. Hayalleri gerçek olur.
Bir insan için hayallerini gerçekleştirdikten sonra ölmekten daha büyük bir mutluluk olabilir mi? İşte, bu yüzden feraset savaşını kazanan, kendi memleketinde akraba, eş dost arasında ölen ihtiyar Seysen, uygarlık âleminde yaptığı devrimiyle dünyanın tanıdığı Edvard Beyker’e göre bin kat daha mutludur; çünkü ihtiyar Seysen’i ölümünden sonra da hatırlayan, cenazesini ise milli geleneklerin gerektirdiği şartlara göre gerçekleştirecek ferasetli bir evladı var. Evladı, bu hayat serüvenindeki ölümle ilgili bir birinden farklı defin törenlerinin sırrını anlayabilecek kadar akıllıdır.
Usta yazarın eserlerini okurken, acımasız kaderin şiddetli fırtınası bilincimizi derinden sarsıyor, iç dünyamızı ise adeta altüst ediyor. Sanatın en yüksek tepesinden bakacak olursak, yazar Ab-dik, yalnızca kalemi kuvvetli bir yazar değil, aynı zamanda insan kalbine derinden sızan zulmün nice gizemini de bilen derin bir düşünce adamıdır. Kalem ustasının sözünü ettiğimiz bu özelliği, onun “Batiş Kız ve Erseyit” hikâyesinde en iyi şekliyle yansımasını bulmuştur. Kısa bir hikâye olmasına karşın, olayın yükünü üzerinde taşıyan bu eserde insanın kalp acısı köküne kadar inilerek anlatılır. Yazar tarihin derinliklerine gizlenen zulmü gün yüzüne çıkartır. Bir ailenin yaşadığı acıyı anlatan eseri okumaya başladığımızda tasadan bitkin düşen Kojaken’in can ağrısını, kalbimizle hissederek üzülüyoruz ve dertleniyoruz.
Sanat anlamında Tölen Abdik, elindeki yazarlık hançerini, insanın kalbine merhametsizce saplayabilecek kadar gaddardır. Aynı zamanda insanın iç dünyasına saklanan zulmü çekip alıp çıkartabilecek kadar cesurdur ve onu en sert şekilde cezalandırabilecek kadar gözü kara yaratıcı bir yazardır. Çehov, yarattığı karakterlerine eziyet çektirip, onların üzerinde tüyler ürperten nice deneyimler yaparken, usta kalem Abdik de bu yalan dünyadaki zulmü anlatabilmek için insanın son umudunu kırmaktan, son ışığını söndürmekten ve hayatını karartmaktan çekinmez. Bundandır ki, yazar nefsinin bir kulu olan çocuğunu işlediği günahları yüzünden, karıncayı bile incitmeyen Kojabek’e de acımaz. Kojabek yazar tarafından nice çileli yollardan geçirtilir. Bununla yetinmeyip onun son umudunu kırar, acıyla baş başa bırakır.
Gözle görünmese de bir insan ruhunda yaşayabilen çift kişilik, Kojabek’in oğlu Bolat’ta da rastlanmakta. Yazar bir yandan Bolat’ın içinde barındırdığı şeytanî doğasının derinliklerine dalarken, bir yandan da Kojabek’in içinde yaşadığı acıyı farklı açılardan inceler, insan ruhunun gizemini çözmeye çalışır. Kader zinciriyle kelepçelenen zulmün kilidini açmak üzere hareket eder. Bolat’ın yaptıkları kötülükleri ifşa eder, oğlu yüzünden babası Kojabek’i de yaşayan bir ölüye dönüştürüp, onu en ağır şekilde cezalandırır.
“Batiş Kız ve Erseyit” hikâyesindeki Bolat’ın ilk “ben” iyle tanıdığınızda, Kojabek’in çektiği derde üzülür, yüksek feraset sahibi evladını kaybeden garibana acırsınız. Yüreğiniz parçalanır ve içiniz yanar. “Ne zeki bir insandı, yazık Bolat’a!” dersiniz. Zekâsıyla, kimi zaman öğretmenlerini de korkutan Bolat’a bütün millet hayrandır. Üniversiteyi pekiyi diplomayla bitirir. Bir yıl sonra ilçe başkanlığına yükselir. “Yakında il başkanı olacağına,” dair rivayetler de yayılır. Genç yaşta herkesin tanıdığı o meşhur Bolat evlenmek üzereyken aniden ölür. “Allah sevdiği kulu erken alırmış yanına.” “ölüme çare yok.” diyerek üzülür insan. En acı olansa; geriye bir evlat bırakamadan, koskoca bir sülaleyi Bolat’ın kendisiyle birlikte ebediyete götürmesidir. Yalan dünya bu, var mı bir çare?
Ancak, Kojabek oğlunun vefatından sonra beklenmedik bir anda Bolat’ın bir çocuğunun olduğunu duyar. Bir anda zihni allak bullak olan ihtiyar torununu bulmak için peşinden şehre geldikten sonra akla sığmayan gerçeklerle yüzleşir, oğluyla ilgili gerçekleri öğrenir. İşte burada Bolat’ın ikinci “ben”iyle tanışır, hayal kırıklığına uğrar, tasadan yorulan yüreği yanar. Allah’tan dileyerek sahip olduğu tek evladı milletin övdüğü gibi birisi değilmiş. Bastığı yere ot bitmeyen zalimin ta kendisiymiş meğer. İnsanlara kötülük yapmaktan başka bir işi olmamış bu dünyada. Birçok kızın vebali boynundaymış, zinakâr aşağılığın tekiymiş. Değil yabancı, öz evladının cenazesine dahi gitmeyen aşağılıkmış.
Eserin başkahramanının gözümüzle göremeyeceğimiz ikinci “ben’ini” tanıdıktan sonra onun insanlara yaptığı bütün zalimliklerine şahit oluyoruz. Hikâyenin sonunda