Yosun Kokusu. Sabir Şahtahtı
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Yosun Kokusu - Sabir Şahtahtı страница 11
Efsane ile Sara’nın benzer taraflarını fark edince çok şaşırmıştım. Aralarında 7–8 yaş farkı vardı ama ikisine de aşıktım. Sadece Sara kapalıydı, onu istediğim zaman rahatça göremezdim. Her zaman Sara’ya hasret kalmıştım ama Efsane hep yanımdaydı. Onun da yeşil gözleri Sara gibiydi. Boynu kuğu gibi, dudakları etli, göğüsleri iri, her zaman kırmızı görünen yanakları onu çok çekici yapıyordu. Geniş yüzüne karşın ince burnu, dudakları ile çok uyumluydu. Saçları kısa kesildiği için boynu daha uzun görünüyordu. Gülünce ortaya çıkan dişleri sedef gibi beyazdı. Bana güneş ışığına dayanmayıp eriyen kar taneciklerini hatırlatıyordu. Bütün hareketlerinde bir zerafet vardı: Sanki yürürken ayaklarını yere basmıyordu.
İlk günlerde Efsane’ye para, bana da ihtiraslarımı soğutacak biri lazım diye düşünüyordum. Sanki birbirimiz için yaratılmıştık. Kendisine bir şeyler alması için sürekli olarak ona para veriyordum. Önceleri her görüştüğümde 50 dolar, sonra 20 dolar en sonunda da 10 dolar vermeye başladım. İki ay sonra artık para vermedim. Ben durumun değişmeye başladığını düşünürken yanıldığımı anladım.
Moskova’daki ilk doğum günümü beraber kutladık. Kutlama fikri Efsane’den gelmişti. Moskova’nın en pahalı restoranlarından “Praqa” restoranında organizasyon yapmıştı. Bütün bunları kendisi halletmiş parayı da kendisi ödemişti. Ayrıca bana Japon malı yanlarında dört düğmesi olan bir elektronik saat hediye etmişti. Bütün bunlar benim ona şimdiye kadar verdiğim paranın iki katından fazlaydı. Bu anlayışı ile beni gerçekten çok şaşırtmış, düşüncelerimden utandırmıştı.
Doğum günümden sonra kendimi bir Afgan vahşisi gibi göstermeye başladım. Amacım onu kendimden uzaklaştırmaktı. Ona kaba davranmaya, hatta hafif de olsa fiziksel şiddete baş vurdum. Bir Afgan erkeği Moskovalı bir kıza kötü davranıp, kaba güç gösterisinde bulunuyordu. Meğerse onun aradığı da sert bir erkekmiş. Bu davranışlarım onu daha çok etkilemişti. Bana aşık olduğunu anladıkça babamın vasiyeti aklıma geliyordu. Bir de halen aşık olduğum Hazara kızı Sara vardı. Öbür tarafta ise annemin ve babamın beni evlendirmek istediği Kumru… Bu üç kızın arasından nasıl kurtulacaktım.
Evet, ben şu anda Efsane’yi daha çok seviyordum. Bu aşk bilinçsizce bir şey değildi ama aklımın ve mantığımın kalbime hükmetmesiydi. Onu bir gün görmeyince kendimi kötü hissediyordum.
Efsane, edebiyatı çok seviyordu. Benimle tanıştıktan sonra da günlük olarak benim kalbimden geçenleri okuyup değerlendiriyordu. Beni kızdıracak bir davranış içinde asla bulunmuyordu. Genellikle benim hoşlandığım konulardan sohbet açardı. Benim bıktığımı anladığı anda da konuşmayı bitirirdi.
Tanıştıktan iki ay sonra beni evlerine davet etti. Bu daveti çok istemekle beraber biraz tereddütlüydüm. Efsane, bunu hemen anladı. Bakışları ile korktuğumu anlatmaya çalışarak:
–Afganistan’ı düşünme, burada evlerde silah yoktur, dedi.
İkimiz de gülmeye başladık. Benim rahatladığımı görünce şakasına devam etti:
–Bizimkiler olsa olsa bıçak taşırlar. Kullanınca da erkeklerin cinsel organını tam kökünden kesiyorlar, diyerek kahkahalarla gülmeye başladı.
Onun sözlerinde hem sitem hem şaka hem de gerçek vardı; Çünkü iki gün önce bir arkadaşımızın elini sarılmış olarak görüp, ne olduğunu sorduğumuzda, bir Rus’un eşi ile görüştüğünü ve bu nedenle Rus’un arkadaşımızı bıçakladığını öğrenmiştik. Efsane konuşurken bu konuda duyduğum bazı olaylar gözlerimde canlanıyordu. Çünkü Afganistan’da böyle bir olay olsa, o kişinin sadece kendisi değil, tüm ailesini kurşuna dizerlerdi.
İlk defa Moskova’da bir eve giriyordum. Birbirinden küçük odalar çok düzenliydi. Ben şaşkınlıkla odaları incelerken birden bir piyano sesi duyuldu. Efsane, sanki beni müzik dinlemeye çağırmış gibi siyah piyanonun başına geçmiş duygulu bir parça çalmaya başlamıştı. İncecik parmakları piyanonun siyah beyaz tuşlarına dokundukça sanki ruhumu okşuyordu. Burada duyduğum müzik, barlarda, kahvelerde duyduğum gürültülü müzik formatından çok çok farklıydı. Bu yaşıma kadar böyle duygulu bir müzik dinlememiştim. Şaşkındımi, çünkü Efsane’nın müzik yeteneğinden haberim yoktu.
Müzik bitince Efsane, birkaç saniye durup piyanoyu seyretti. Odanın köşesindeki kanapeye oturmuş onu seyrediyordum. İlk defa onu ihtirasımı gidermek için değil, ruhumdaki boşluğu doldurmak için istiyordum. Bu müzik resitali beni büyülemişti; Sanki benim orada olduğumu unutmuş başka bir dünyada yaşıyor gibi olmasından ayrıca etkilenmiştim. Afganistan’da sık sık duyduğum “küfre düşmek” sözü gibi algılanmasa, onun Allah ile yüz–yüze, göz–göze tek kaldığını söyleyebilirdim.
Bu duygularımdan onun zarif dudaklarından dökülen “Büyük Rus piyanisti Mixail Pletnyov ile ilgili bir şey duydun mu?” sözleri ile kendime geldim. Yerimden kalkıp ona doğru gitmek istediğimde o bana doğru geldi. Doğrusunu söylemek gerekirse şimdiye kadar bu müzisyenle ilgili bir herhangi bir şey ne okumuştum ne de duymuştum. Benim müzik anlayışım Kabil’in çadır düğünlerinde duyduğum gürültülü müziklerle şekillenmişti. Kendimi aptal durumuna düşürmek istemedim. Sanırım Efsane’de beni utandırmak istemiyordu. Yüzüme doğru iyice yaklaştı. Nefesi yüzümü okşuyordu. Gözlerimin içine bakarak:
–Mixail Pletnyov medeni dünyayı “Şimdi insanlar sanki bir yere yetişecekmiş gibi acele ediyorlar! Onların hayat tarzını ritmik ve modern müzikler oluşturuyor” diye yorumlamıştı. Yani bizim barlarda duyduğumuz müziklere ilgi artıyor. Toplum müziğin derinliğine inerek onu anlamaya çalışmıyor. Benim çaldığım müziği değerlendirmeni istiyorum. Nasıl buldun?
Duygulanmıştım. Gözlerimi kapatıp ağlamak üzereydim. Efsane’nin müziğine vereceğim değer de bundan ibaretti. Ancak neden ve neye ağlamak istediğimi o zaman anlamadığım gibi şimdi de bir anlam veremiyorum. Bana çalınan bu eseri anlamamıştım ama çok etkilendiğim açıktı. Kimbilir müziği anlamak belki de onun etkisi ile kederlenmektir. Belki de bu kadar duygusal olmaya değmezdi.
Efsanelerin evi Sovyet vatandaşlarına göre daha büyük ve gösterişliydi. 15–20 metrekarelik üç oda ile küçük bir mutfak, banyo ve tuvaletten ibaretti. Biz en geniş odadaydık. Pencere tarafına konulan piyano ile aynı köşede küçük bir masa vardı. O köşe ile birleşen duvara dayanmış iki veya üç kişilik sofalar tam köşede masanın karşısında birleşiyordu. Masanın üstünde ise bir okuma lambası duruyordu.
Efsane ile yüzyüze durunca lambanın ışığı yüzümüze vuruyordu. Lambanın ışığı onun beyaz yüzüne vurunca sapsarı bir renge dönmüştü. O anda Efsane’nin nefesini daha yakından hissettim. Elimde olmadan bir gün önce bu halde dursaydık ona sarılarak sevişmeye zorlardım, diye düşündüm. Şimdi ise müzik beni büyülemişti. Bütün varlığı ile kendisini bene teslim eden bu kadını sanki yeniden keşfetmiş ve büyülenmiştim. Bir kadın için büyülenmek, sevginin zirve noktasıymış. Yine de düşüncelerimi Efsane’nin zarif sesine teslim ettim.
Az önce piyanonun tuşlarının üstünde gezen parmakları ile dudaklarımı okşadı. Sonra işaret parmağını dişlerime doğru değdirerek tırnakları ile yavaşça sanki piyanonun tuşları