Yosun Kokusu. Sabir Şahtahtı
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Yosun Kokusu - Sabir Şahtahtı страница 7
Ergen gençlerin en çok sevdiği oyun uçurtma uçurmak ve çizgiden kurtarma oyunu12 olsa da benim ilgimi bunlar çekmiyordu. Çünkü uçurtmanın ipinin elimi kesmesine dayanamıyordum. Daire oyununu da deri kemer dayağı yememek için istemiyordum. Bir defasında yaklaşık bir saat dayak yemiştim. Ondan sonra bir daha bu oyuna yaklaşmadım.
Bahçemizin arka duvarı boş bir arsaya bakıyordu. Oradaki duvarın önünde topladığımız yassı taşları belli bir uzaklıktan vurmaya çalışıyorduk. Bu oyunu o kadar oynamıştık ki attığımız taşlardan duvara çarpanlar, duvarın tüm sıvasını dökmüştü. Ben solaktım ama iyi nişancıydım. Hatta bir defasında komşumuzun danasını tam kafasından vurmuştum, dana yerde epeyce böğürdü. Bir daha da kimseye, hatta hayvanlara bile taş atmadım.
Bu taş oyununu da bana Nevid öğretmişti. Beni yenen tek kişi de oydu. Onlarla karşılıklı komşuyduk. Sağır ve dilsizdi. Ancak onun enerjisi kollarında toplanmıştı. Bir defasında bir arkadaşı ile bir kilo ayçiçek helva ile bahse girdi. Bahsin konusu Nevid’in bir yumrukta bir sıpayı yere devirip devirmeyeceği idi. Şöyle bir gerildi ve bir yumrukta sıpayı yere devirdi. Tabi kazandığımız helvayı hep beraber yedik.
Benden başka tüm mahallenin çocukları onu küçümsüyorlardı. Sonradan anladım ki herkes onun fiziki gücünü kıskanıyordu. Çünkü Kabil’de akıl gücü değil, fiziki güç önemliydi. Ancak keskin nişancı olmak ise fiziki gücü de yenerdi. Kolu kuvvetli, korkusuz olanlar Kabil’de saygı görürdü. Nevid’de bunların ikisi de vardı. Genellikle onunla tüm oyunları ortak oynardık. Biz işaretlerle birbirimizi anlıyorduk. Diğerleri bizim ne konuştuğumuzu anlamadıkları için oyunu biz kazanırdık. Uzun zaman Nevid’i evimizin hizmetçisi olarak gördüm. Ancak bana nar suyu yerine soğuk çay verdikten sonra onunla arkadaş olduk.
YAYLA
Biz yaylaya yılda toplam iki defa giderdik. Buradaki çadır ve kulübelerdeki tezgahlarda ilmik ilmik dokunan halılara bakmayı çok severdim. Bazen kulübelerdeki iplik yumaklarını top olarak kullanır, onlarla oynardım. Başka çocuklar bunu yapamazlardı ama bana kimse bir şey demiyordu. Ağa’mın koyun ve deve sürülerinden alınan yünler, önce yıkanır, sonra iplik yapılır ve dokuma tezgahına taşınırdı. Burada dokunan kilim ve halılar yaz ayının bitmesi ile birlikte Kabil’e taşınırdı. Yaylada hoşlanmadığım tek şey yıkanmış yünün kokusuydu. Hatta döşemeye serilen halılar tertemiz, çiçek gibi oluyordu ama burnuma dolan islak yün kokusu nedeniyle halıdan uzak duruyordum. Sanki bu koku içime işliyordu. En çok babamla sohbet edecek zamanımız olduğu için yaylaya gitmekten hoşlanıyordum. Yaylada babamla güzel vakit geçiriyorduk. Onunla sohbet etmek imkanımız oluyordu. Yine böyle bir zamanda bana: “Hiç bir kıza yalan yere ümit verme. Evlendiğin kadını ise boşamamaya gayret et!” demişti. Mücadeleci bir hayatım olsa da, hayatın genel kanunlarına uysam da babamın vasiyetini bozacağımı nereden bilebilirdim ki? Hem de tekrar, tekrar bozacaktım!
Babamın vasiyetine uymayınca azap çekeceğimi, hayatın beni kadınlarla sınav edeceğini nereden bilebilirdim? Ben büyüdükçe annemle babamın gözleri ışıklanıyordu. Bir gün Ağa’mın kendilerini af edeceğini ümitle beklemeye devam ediyorlardı. Sanırım bu af, sadece benim Kumru ile evlenmem sonucunda gerçekleşecekti. Ancak kader annemle babam için böyle bir fırsat vermeyecekti.
Radikal İslamcı bir genç 1982 yılının yaz ayında annemle babamı kurşunladı. Babam teröristin niyetini anlayarak kendisini annemin önüne atmıştı ama karın boşluğundan geçen ilk mermi annemin karaciğerini dağıtmıştı. Birkaç mermiden sonra tabancası tutukluk yapan terörist tabancasını orada atarak kaçmıştı. Ne yazık ki bu teröristin izini bulamadılar.
Bu olaydan iki gün önce annemle avluda çay içerken, aniden: “Benim neden kardeşim yok?” diye sormuştum. Annem utanarak hafifçe kızardı. Bana sitemle: “Utanmaz!” dedi. Gözlerinin yaşardığını görünce bu soruyu sorduğum için pişman olmuştum. Annem yerinden kalkıp eve gitti ve az sonra geri döndü. Parmakları ile saçlarımı tarar gibi yaptı. Sonra baş parmağım büyüklükte kadifeden dikilmiş bir torbayı boynuma astı. Sonra ipek gibi yumuşak elleri ile yüzümü tutarak kafamı biraz yukarıya kaldırdı. Avurtlarımı sıktığı için dudaklarım öne doğru çıkmıştı. Birkaç saniye gözümün içine bakarak:
–Bunu sakın kaybetme! Annenin nefesi var onun üstünde, seni koruyacaktır.
Gözlerinde biriken gözyaşı alnıma damladı.
–Niye ağlıyorsun anne?
–Sevincimden oğlum, sevincimden!
Ondan duyduğum son sözler bunlardı. Ertesi gün de bu facia oldu. Annem olay yerinde rahmetli oldu. Babam ise altı ay hastanede yattıktan sonra bastonla yürüyebildi.
Gün geçtikçe evdeki hava ağırlaşıyordu. Babam ağrılarını ve içinde bulunduğu durumu unutmak için kendisini içkiye vermişti. Bazen o kadar sarhoş olurdu ki ayakta durmakta zorlanırdı ama kimseye zarar vermezdi. Sarhoşken beni görmeye, ayıkken de Ağa’mı görmeye gelirdi. Sanki kurtuluş arıyordu. Babamın her iki hali de beni üzüyordu. Ağa’m da onun bu haline üzülüyordu ancak onu sakince dinlemekten başka bir tepki vermiyordu. Feleğin babamı da bana çok göreceğini nereden bilebilirdim. Bir yıl sonra da bütün malının bana verilmesini vasiyet ederek sesizce ortadan kayboldu.
Yalnız kalınca Ağa’mın evine yerleştim. Kendimi çok şanslı hissediyordum. Artık sürekli sevdiğimin yanında olacaktım. Ancak bu olay aklıma gelince şimdi bile utanıyorum. Ailemin ölümü bana başka bir mutluluk vermişti. Büyüdükçe gam ve kederim de büyüyordu. Neyse ki defter kalem ile aram iyiydi, kendimi onlarla meşgul ediyordum. Yoksa ben de mahallenin diğer gençleri gibi uyuşturucu bağımlısı olurdum. Belki de farklı bir olayın kurbanı olurdum. En iyimser ihtimalle muhacirlerle birlikte dağlara çıkmış olurdum. Gerçi muhacirlere sempati ile bakıyordum ama bunun bir çıkış yolu olduğunu düşünmüyordum.
Çocukluğumdan beri yeşili ve suyu çok seviyordum. Bu tutkum yeni oyunlar icat etmeme neden olmuştu. Medreseye gidinceye kadar bahçe kapımızın yanında meşe–meşe oyunu icat etmiştim. Ağaçların yapraklarını kopararak onları ikiüç karış uzunluğundaki toprağa diker ve sulardım. Tabiki yaprakların doğal suyu bitince solmaya başlarlardı. Ağa’mın kuraklıkla ilgili fikirlerini dinledikten sonra hidroloji mühendisi olmaya karar vermiştim. Çünkü bu kuraklıklar, zaman zaman Afganistan’da hükümetleri bile değiştirmişti. Hidrolog olmaya karar verince de, bu işin içine girmeye başlayınca da o meşe meşe oyunlarını sık sık hatırlardım.
Kendimi bildim bileli bu fikirleri kafamdan geçiriyordum. Afganistan’ın haline bakınca ya yağmur sularını toplamayı veya yer altından su çıkaracak teknolojileri düşünüyordum. Böylece ülkemizde çok sayıda göl olacak, etrafları ağaçlarla bezenecek, kayalıkların etrafında yeşillikler bitecekti. Aslında bu fikirleri Ağa’mdan almıştım.
Bir defasında çok güçlü bir sel Kabil’i bastı. Bu korkunç olayı evimizin avlusundan seyrediyorduk. Yerin altından gelen sular bizim evin karşısındaki yolun sol tarafını patlatarak havaya fışkırıyordu. İçimden bu suyun hiç kesilmemesi için dua ediyordum.
12
Sert toprağa çizlien bir daire içindeki ebeyi kemerle dövmek. Bu olaydan kurtulmak için ebenin kendisini döven bir kemeri yakalayıp kemerle vuran kişyi daire içine çekmesi gerekirdi.