Seçme Eserler. Alimcan İbrahimov
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Seçme Eserler - Alimcan İbrahimov страница 16
– Allah’ım, neden bizi böyle cezalandırıyorsun?
Hayallerim yıkıldı… Yüreğime bir sızı, ağrı girdi. Öfkelendim, utandım… Kalbim öfkeyle karışık bir gayretle çarpmaya başladı. Eskiden duyduğum bir masal geldi aklıma.
Keşke şimdi mümkün olsa da ben o masaldaki kahraman gibi babama acı çektiren o merhametsiz köyden öcümü alsam!
Şimdi sıçrayıp ayağa kalksam da zırhlı elbiseler giyinip yerinde duramayan o güçlü kuvvetli ata binerek keskin süngü ve kılıçlarla kuşanıp, yanıma kendim gibi kahraman gençleri de alarak o kahrolası köye hücum etsem! Bütün köyün altını üstüne getirip herkesi babacığımın önünde diz çöktürüp af diletsem… Ancak o zaman gönlüm huzur bulurdu.
Böylesine üzüldüğüm, kalbimin ağrıdığı günlerde ben de işte böyle hayallere dalmış yatıyordum…
X
Artık günlerim bambaşka geçiyordu, etrafımı tamamen farklı şeyler sarmıştı.
Güzel beyaz binalar… Gündüz vakti güneş ışığıyla evin içi sıcacık, yumuşacık nurlarla doluyor…
İşte sakalı ağarmış, kır saçlı, yürekli doktor… O ne kadar da merhametli, ne kadar da alçak gönüllüydü…
Onu her gördüğümde kalbim yumuşuyordu, göğsüne yatıp yumuşacık beyaz sakalına yüzümü sürmek istiyordum.
İşte melek gibi beyaz elbiseli, açık yüzlü kızlar… Allah’ım bunlar nerede doğmuş, nerede yetişmiş? Neden bizde bunların hiçbirisi yoktu?
Onların arasında iri kara gözlü, ismimi soran alımlı, güzel hanım da var. O, insan değil de bir melektir, hatta meleklerin de en kıdemlisi, Allah’a en yakın olanıdır…
Onun beyaz, pembe yanaklı yüzü, uzun boyu, tenini yumuşacık saran beyaz elbisesi… Bütün dünyaya severek ve okşayarak bakan büyük güzel kara gözleri… Mutlulukla gülümseyişi, güzel bakışları, güzelce gülümseyip sarıp sarmalayarak bakması, güzel şeyler konuşması… Allah’ım, bunları nerede yetiştirdin?
Akşam vaktiydi. Diğer odalarda ışıklar yandı, benim odam ise alaca karanlıktı.
Benim ismimi yazan melek, güzel büyük kara gözlü hanım, her zamanki gibi yavaşça, ayakları yere değmiyormuşçasına sessizce odama girdi. Koltuk altıma ateş ölçeri koydu ve güzel gözleriyle bana uzun uzun baktı. Sonra başımın altındaki yastığı düzeltip yüzüme doğru eğilip anlımdan öptü. O anda kayboldu ve uzun bir süre benim odama pek fazla uğramadı. Uğradığında da fazla kalmıyor, dikkatle gözlerimin içine bakıp anlımdaki saçlarımı düzeltiyor ve usulca gidiyordu.
Özenle davranıyordu. Sözleri yüreğimdeki bütün ağrıları dindiriyordu. Yumuşacık küçük bembeyaz elleriyle sert saçlarımı okşadığında sanki kudretli bir el ruhumu ferahlatıyordu. Öylesine yumuşak ve huzur vericiydi dokunuşları…
Ben ona “Sara” diye seslenmek istedim. Kendisini böyle çağırıyordum. Başta biraz şaşırmış olsa da sonradan alıştı.
Galiba artık iyileşiyorum. Doktor günde iki defa bahçede oturmama izin verdi. Bahçeye ilk çıktığımda, Sara benim koluma girdi… Sonra yanıma oturdu… Sanki ömrümde ilk defa baharı görüyordum.
Güneş gülüyor… Çiçekler gülümsüyor… Tabiatın kalbi yeni, gencecik bir hayatla atıyor… Bütün dünyayı nur içinde, çiçeklerin içinde görüyorum… Sara epey bir süre yanımda oturdu, güzel sesiyle dünyanın, tabiatın ve insanların güzelliği üzerine konuştu.
Sözlerini anlamadım ama içim açılıyor, kalbimdeki ağırlık kendiliğinden dağılıyordu sanki…
Zırhlı kıyafetler giyerek süngü ve kılıçlarla kuşanıp köyden öç alma düşüncemi artık ben de garipsemeye başladım.
Kötülük düşünmeye gerek var mı? Boş yere silahlanıp yiğitleri toplayıp kan dökmeye ne hacet?
Kim bilir, belki de babacığım da düşündüğüm kadar kötü durumda değildir… Dünyada iyi insanlar da çok. Belki birisi yaşlılığına hürmeten onu evine almış, bir köşede ona yer ayırmış ve özenle bakıyordur… Hazır yemeği, demlenmiş çayı, abdest almak için her zaman sıcak suyu vardır. Başına sarığını sarıp üzerine kaftanını giyip elinde büyük bir asayla beş vakit camiye gidiyordur… Bizim halkımız yaşlılara saygısını esirgemez. Babama ön sırada, imamın sağ tarafında bir yer veriyorlardır… Böyleyse öç almak niye, yok yere kan dökmek niye?
Bir gün ferahlayarak bahçeden odama girdiğimde gözüm duvardaki resimlere ilişti.
– Bu kim, diye sordum.
Sara düşünceli bir sesle:
– Hazreti İsa… Ay ışığında derin düşünceye dalmış… O, fakirleri çok severmiş… Onları düşünüyor olmalı, dedi.
Dediklerinden hiçbir şey anlamadım ama yoluma devam etmeden resme uzun süre baktım.
Fakirleri düşünüyor olmalı deyince, babacığım aklıma geldi. Acaba, Hazreti İsa onun için ne yapabilirdi, diye sordum kendime. Fakat bu düşüncenin içinden bir türlü çıkamadım.
XI
Bir gün, doktor bana çok kötü bir haber verdi:
– Sen iyileştin… Artık taburcu olabilirsin, dedi.
Nereye gideyim? Buradan nereye gidebilirim?
Doktordan sonra Sara geldi. Öyle güzel, öyle sevinçliydi ki, onu görünce adeta kendimden geçtim. O, yavaşça odama geçip yatağıma oturdu. Saçlarımı okşadı ve derinden gelen yumuşak, cılız bir sesle:
– Seni taburcu ediyorlar ama üzülme. Ben seni evime götüreceğim, dedi.
Teşekkür filan etmedim, çünkü benim için bu çok doğaldı. Bana göre o, beni kendisinden uzaklaştırmamalıydı.
Bana gök kapısı açıldı sanki. Oradan yeryüzüne durmadan nur akıyor. İnsanlar o nurun içinde yüzüyorlar, rahat bir ömür geçiriyorlardı. Artık babamın mutlu bir hayat sürmesi konusunda hiç şüphem yoktu. Tabii ki son günlerini huzur içinde geçiriyordur. Huzurlu, karnı tok, sırtı pektir. Başında sarık, üzerinde kaftanla namaza gidiyordur. Hazretin sağ tarafında saygın yaşlılarla beraber oturuyordur… Nereye giderse gitsin onu:
– Hoş geldin Eptireş Dede, diye, güler yüzle karşılayıp başköşeye oturtuyorlardır…
XII
Hastanede giydiğim beyaz elbiseleri çıkarınca, ne giyeceğim diye şaşırdım. Tam o sırada Sara, kucak dolusu bir şeylerle geldi. Hepsi de yeni ve güzeldi. Tam bana