Kalabalık. Afak Mesut
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Kalabalık - Afak Mesut страница 4
O da karnını soğuk zemine bir süre sürterek süründü, ter ledi. Bebeklerin süründüğü yere doğru sürünüyordu o da. Be bekler duvarın üst kısmına ulaşarak tek tek orada bulunan deliğe giriyor ve ortadan kayboluyorlardı. Doktorlar yakaladıkları bebekleri odun gibi üst üste topluyor, bir yerlere taşıyorlardı.
Ondan önde sürünen bebek zayıftı diye delikten rahatça geçti. Geçtikten sonra delikten ona baktı ve göz kırparak, boğuk bir sesle:
“Gel, gel, “ey dili gafil!”, diyerek ortalardan kayboldu.
Baktı, meğerse bezle sarılmış bebek bıyıklı, kırsaçlı adammış. Adamın soluğu acı tütün kokuyordu.
Kafasını deliğe sokarak sonu gözükmeyen karanlığa baktı.
Delikten tanıdık nem kokusu duyuluyordu. Bir de acayip sesler duyuluyordu. Sanki birilerini yıkıyorlardı. Kafasına kovayla su döküyorlardı.
İlk önce kafasını, daha sonra tüm vücudunu deliğe soktu, sürünüp kalın, sert duvarlara yüz sürerek bebeklerin açtığı havasız yolla uzun süre gitti.
Yol çok uzundu, süründükçe bir türlü bitmek bilmiyordu. Az sonra sert duvar bitiyordu, hafif nem toprak başlıyordu. Toprak azıcık sıcaktı. Sanki birileri burada az önce uyumuştu. Toprağın içi öyle sessizdi ki, süründükçe sürtünme sesinden kulakları batıyordu.
Toprağı koklayarak sesin geldiği yöne doğru yürüdü.
Babasını toprağın en ılık yerine gömmüşlerdi. Sürünerek babasının çehresi hizasında dolaştı, yanağına, oradan da çenesine doğru kaydı.
Babasının gözleri, burnunun delikleri ılık toprakla doluydu. Yüzü azıcık değişmişti. Burnu uzamış, kaşları yukarıya doğru gerilmiş, bıyıkları tel gibi kabarmıştı.
Elini bezden çıkararak serçe parmağıyla babasının bıyığına dokundu.
Tüy tel gibi gerildi, çınlayarak toprağın kumunu ayağa kaldırdı.
Parmağını babasının bıyıkları boyunca dolaştırdı. Toprağın içiyle ne zamansa duyduğu tanıdık, hüzünlü bir şarkının tınıları duyuldu.
Müziğin sesinden sonra çevrede ne kadar börtü böcek vardıysa hepsi sürünerek geldiler, çember oluşturarak oturdular, siyah, donuk gözleriyle onu seyretmeye koyuldular.
Bezden öbür elini de çıkararak babasının bıyıklarını iki eliyle çalmaya başladı. Çaldıkça salyangozların, küçük böceklerin gözleri fal taşı gibi açtı. Dikkatlice baktığı zaman farketti ki, böceklerin en küçüğü meğerse onun öz kızıymış. Yanlara uzamış bıyıklarını oynatarak nokta kadar olan kafasıyla onu izliyordu.
Babasının bıyıkları kuruydu diye, çaldıkça teker teker koparak yere düşüyorlardı. Müzik şölenini yarıda kesmek zorunda kaldı.
Salyangozlar yerlerinden kıpırdamadılar bile, gözleri fal taşı gibi açılmış bir halde onu izlediler, sonra koşarak gidip etrafa dağılmış babasının bıyıklarını toplayıp getirdiler, ona sun duktan sonra tekrar yerlerini aldılar.
Ne kadar çalışdıysa da bıyıkları tekrar yerlerine geçiremedi. O zaman bıyıkları bir kenara itti, utanarak babasının cebine girdi. Cebin içi küfle kaplıydı, yukarı köşesinde annesi bağdaş kurarak bir şeyler yapıyordu, galiba babasının yırtık cebini dikmekle meşguldu. Onu gördükte:
“Bu kadar yırtık, sökük mü olur? O yüzden evde bolluk denen şey yok”, diye dert yandı: “Kendin de görüyorsun işte!”
Kafasını söküğe sokarak öbür tarafa baktı. Söküğün öbür tarafı parlak ışıklarla ve insanlarla doluydu. İnsanlar öfkeli çehreleriyle geniş balkonlarda dolaşıyor, asansörü bekliyorlardı. Ona da gelmesini söylediler.
…Gelip asansörün önünde durdu. Asansörün kapısı açılıp kapandı ve o, bilmediği, sinirli insanlarla, dört bir tarafı aynalı, havasız asansörün içinde buldu kendini. Yüzünü duvara dönerek, soluk bile alamadan bir süre böyle üst katlara kalktı.
Daracık olduğundan asansörün aynaları buğulu bir hal aldı. Sonra asansörün içindeki havasızlık insanları da terletti ve bir süre daha böyle o insanlarla bulunmak zorunda kaldı.
Sonra asansörün kapıları açıldı ve onlar ayna zeminli büyük salona çıktılar. Salon şık giysili insanlarla doluydu. Kadınların kafalarındaki telekler, erkeklerin üzerinde bulunan parıltılı ceketler salonun gür ışıkları altında ışıldayarak değişik renklere dönüşüyordu.
İnsanların çehresi de elbiseleri gibi ışıldıyordu. Onu görüp alkışladılar, ellerinde bulunan çiçekleri “Aferin, aferin”, diyerek ona doğru attılar.
Gülleri havada yakaladıktan sonra özenle eğilerek selam ladı insanları, sonra önündeki mikrofonu tıkırdatarak bir adım geriye çekidi, uzun, siyah zurnasını ağzına tuttu, avurtlarını şi şirerek çalmaya başladı. Zurnayı üfledikçe avurtlarıyla beraber ilk önce kulakları, daha sonraysa tüm vücudu şişmeğe başladı. Ayaklarını havaya kaldırdı ve o, onu “Aferin, aferin”, diye alkış layanların başının üzerinden uçup gitti.
Bir süre böyle zurna çalarak şehrin üzerinde uçtu. Zurnanın sesi henüz tam uyanamamış şehre yayılarak insanları uyandırdı, onlar balkonlarından yukarıyı seyrederek iç geçirdiler:
“Bu çocuğun donu nerede?”, diye sordular.
Sonra tanımadığı birisi onu sahneden indirdi, siyah zurnayıysa elinden aldı:
“Ayıp yahu, ayıp, hiç olmazsa hüzünlü bir şey çal.”
Bir baktı ki, yine babasını getiriyorlar. Ama bu kez ne garipti ki, babasını demin götürdükleri yönün tam tersine götürü yorlardı.
… Önde bomboş çiçekli çerçeveler, sonra siyah elbiseli adamlar, en sondaysa babasının cesedi geliyordu. Artık cesedi taşımaktan yorulmuşlardı galiba insanlar, artık eğri tekerlekli bir arabanın üzerindeydi babasının cesedi ve adamlar o arabayı peşisıra sürüyorlardı. Süründükçe babasının çehresi esiyordu ve böylece yüz çizgileri durmadan değişiyordu. Burnu ağzına kadar iniyordu, kulaklarıysa ensesine.
Siyah zurnayı ağzına götürüp avurtlarını şişirerek bu kez çok hüzünlü bir türkü çalmaya başladı. Çaldıkça gözlerinden yaşlar boşalıyordu, çaldıkça gözlerinin şaşılaştığını farkediyordu.
Babasının cesedini dedesi taşıyordu. Tabutun iplerini iki taraftan omzuna geçirerek uzun boynunu eğerek, soluk bile almadan yürüyordu. Ara sıra elindeki dürümü ısırarak:
“Zavallı