Müştak Gönülleri Aydınlatan Edebiyat. Babahan Muhammed Şerif
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Müştak Gönülleri Aydınlatan Edebiyat - Babahan Muhammed Şerif страница 6
Ama o kaybetmiş hava nefesin,
Ona hava demek, aslında değildir reva,
Tutuklu kalmıştır arzu hevesim.
İnsanın yaşaması için hava lazım, ama bu havayı sandığa hapsetmişler, bir de bunun üstüne o hava olma özelliğini de çoktan kaybetmiş, tutukluluk arzu ve hevesi boğup öldürmeye başlamıştır. Bundan anlaşılacağı üzere memlekette insanın insan gibi yaşayabilmesi için hiçbir imkân kalmamıştır. “Hâlbuki bu çağlar erkin pervazda, Halka yoldaş olup oynayıp koşan”, geçmişte hür, özgür yaşayan lirik kahraman şimdi arzu hevesten bile yoksun kalmıştır. Bu erksizlik, tutkunluk sovyetlerin hükmettiği döneminin dehşetli manzarasıdır. Bu öyle bir ortam ki, “Eskiyip, bulanıklaşan kırık aynada, Güzeller hüsnünün viranesi var”. Bu mısralarda her türlü erkinlik, hürriyete, özgür düşünceye, hatta arzuya bile kelepçe vuran totaliter sovyetler döneminin iç yüzü açıkça resmedilmiştir.
“Şiir – gerçek güzelliğin kız kardeşiymiş” şiirini belli bir derecede yukarıdaki şiirin mantıksal devamı diyebiliriz. İlk bakışta şiirdeki konu poetika, sevgi ve güzellik olduğun düşünülür. Hakikaten de şair sevgiyi, güzelliği yüceltir. Övmek de, ama ne övmek; Şeyhzade güzelliği, sevgiyi öylesine övmekle yetinmiyor, mısraların içine toplumsal sorunları da anlamlı bir şekilde sindire sindire yazıyor.
Şiirsiz sokağı talih lanetlemiş,
Burada sevginin menzili kapalı…
Kıvanç burada gezer keyfi de kaçmış –
Yaşlı müştak gibi boynu de bükük…
Talihin lanetlediği sokakta sevginin menzili kapalı, mutluluğun boynu bükük olması okuru düşünceye sürükler. Anlamlı bir şekilde yazılan bu mısralardan okur adalet ve sevginin olmadığı yerde güzellik olmaz; bundan dolayı da adalet ve güzelliğin karar bulması için mücadele etmek lazım diye bir sonuca ulaşır.
Şeyhzade’nin bakış açısı, estetik dünyası onun sadece tiyatro eserleri ve şiirlerinde değil, belki edebi eleştirel makalelerinde de kendini göstermektedir. Şeyhzade’nin oyun yazarlığı, şiirleri hakkında çok yazı yazılmıştır, ama onun araştırmacılığı üzerinde yeteri kadar durulmamıştır. Bundan dolayı Şeyhzade’nin edebiyatçı bir âlim olarak yazdığı eserleri üzerinde biraz durmamız doğru olur diye düşündük.
Şeyhzade edebi tenkidi makaleleriyle kendisinin edebiyatın maksat ve vazifelerini, kanun ve kurallarını iyi anlayan ve anlatabilen, eserleri edebiyat ve içtimai düşünceyi geliştirme açısından doğru değerlendirebilen bir âlim olduğunu gösterdi. Eleştirmen birçok makalesinde öncelikle meselenin derin mahiyetine dikkat eder; yazar dönem ve cemiyet için ne kadar önemli meseleyi kaleme aldığını, hangi fikirleri öne sürdüğünü belirtir, daha sonra istediklerini bedii bir şekilde dile getirmeyi başarmış mı, başarmamış mı – işte bu yönlerini tahlil etmeye ve açıklamaya çalışır.
Şeyhzade bilimsel ilgisinin çerçevesinin geniş olduğu göze açıkça çarpar. O klasik edebiyatımızın dehaları – Alişir Nevai ve Nizami Gencevi, Zahiriddin Muhammed Babür, sonra Furkat ve Mukimi hakkında da, çağdaş yazarlar ve Rus edebiyatı şairlerinin edebi hayatı hakkında da kayda değer makaleler yazmıştır. Alişir Nevai ve Nizami Gencevi, Mukimi ve Furkat hakkındaki makaleleri okurken Şeyhzade’nin bu deha şairlerin edebi hayatına ait kaynakları iyice araştırıp öğrendiğini ve daha sonra kendi fikirlerini sunduğunu söyleyebiliriz.
1965 yılında yazılan “Şiir Denizinden Damlalar” makalesinde Şeyhzade Alişir Nevai’nin döneminin en arif ve danişment kişisi olduğunu belirtmiş, bunun yanı sıra onun klasik şiir sanatını çok iyi bildiğini örneklerle kanıtlamıştır. Özellikle, klasik şiirin gelişiminde büyük rol oynayan tenasüp sanatı (anlamlardaki ilişki ve yakınlığı zıddiyetle değil, uyumluluğuna göre bir yere toplamak) üzerindeki Nevai’nin yeteneğini onun bu gazelini örnek vererek kanıtlamayı başarmış:
Örtenürmen geceler hicrinde andak kim, çarağ,
Revşan, öyle, rişte cismimdir, gönül ot, aşk yağ.
şöyle der: “Yârinin hicrinde, yalnızlık acısını çeken şair kendisini yanan bir muma benzetir. Ama bu zor teşbih gayet katı ve muntazam kaideye – “tenasüp” sanatına boyun eğdirilmiştir. Örneğin: gecenin manzarası ve ayrılık durumu (hicran) birbirine ruh hali bakımından çok yakın. Ama gece odada ışık (mum) yanıyor. Bu da gecenin bir özelliğidir. Ama ışığın (mumun) ilişkisi (ipi) de var (şairin vücudu). Çırak ışık saçması için onun yanması lazım (onun ateşi – şairin gönlü). Mum yanarken eriyip akıp dökülür (şairin gözyaşı). Bundan görünüyor ki, burada bağlanma kuralı derin ressamlık prensibine uydurulmuştur”.
1947 yılında yazdığı “İlyas Yusuf Nizami” makalesinde eleştirmen Nizami sanatı hakkında yazarken şairin “hüsnü tehlil” (olayı bilmesine rağmen daha sade bir biçimde anlatmak) sanatını bir örnek ile açıklar. Şeyhzade bu makalesinde Nizami Azerice bilmesine rağmen eserlerini niye Farsça yazdığı konusu üzerinde de durmuştur. Eleştirmen XII yüzyıl koşullarında Kafkas, Orta ve Küçük Aysa hem de diğer Müslüman ülkelerde Farsçanın şiir dili konumuna geldiğini, bundan dolayı da Nizami kendi isteğine zıt olsa da eserlerini Farsça yazmaya mecbur kaldığını belirtir. Bunun dışında, Şeyhzade’nin kaynaklara dayanarak verdiği bilgiye göre en önemli etkenlerden biri de eserleri sipariş eden dönemin yetkili kişileri, padişahlar Türkçeyi hor görüp, ecnebi dili olan Farsçada yazmayı şaire şart olarak koymalarıdır. Nizami “Leyla ile Mecnun”un giriş kısmında Şirvan Şah’ın böyle bir buyruğu olduğunu beyan etmiştir. Nizaminin eserlerini Farsçada yazdığından yola çıkarak onu hala Fars diye düşünenler Şeyhzade’nin bu makalesini okuyup gözleri açılacağına ne şüphe!
Şeyhzade çağdaş edebiyat konusunda da kendisini bilim sahibi bir uzman olarak gösterebildi. Zeki eleştirmen olmasının yanı sıra ilke sahibi, talepkâr, helal ekmek yiyen şefkatli biri olabilmesi lazım diye düşünüyoruz. Bu özellikleri Şeyhzade’de görebiliriz. Hâlbuki 30-50’li yıllar edebi eleştirmenlikte yazarın edebi hayatını hor gören, onun eserlerinde pislik arayan ve sonucunda şairi parmaklıklar ardına, sürgüne, hatta ölüme göndermeye sebep olan makaleler yazmak bir örf adet haline gelen zamanlardı. Ama Şeyhzade helal ekmek yiyen bir adam olduğu için de bu yollardan yürümedi. Onun Gafur Gulam, Hamid Alimcan, Samet Vurgun hakkındaki makalelerinde yazara karşı olan saygısı kendini göstermektedir. Şeyhzade yazarı ezecek, onun gururunu yere çarpacak şeyler söylememiş. Eksiklerini kibarca, kelimelerine dikkat ederek belirtmiştir. Örneğin, eleştirmen Gafur Gulam hakkındaki “Şair dili – halkın dili” makalesini 1964 yılında yazmış. Bu makalede eleştirmen Gafur Gulam “liriğinde gerçekten heyecanla üzerinde durulduğunu anlamak, fikirlerinde coşku ve ruhsal çöküşün, gazap ve şefkatin, mizah ve kederin, hatiplikle ressamlığın sentezini hissetmek zor değil” diye yazmış ve fikrini belli başlı örneklerle kanıtlamıştır. Gafur Gulam’ın hayatta olduğu zaman onun yüceltip övüldüğü, çoğu kişinin eleştirmeye korktuğu bir zamandı ve Şeyhzade “şairin tüm şiirleri başarılıdır diyemeyiz… Onda daha basit ve zayıf deyimler, boş vaaz veren unsurlara rastlayabiliriz” diye gerçek bir eleştirmenlik yaptı ve bu görüşünü de yine örneklerle kanıtladı.
Şeyhzade’nin tüm edebi eleştirel makaleleri bir seviyede, talepkarlıkla yazılmış diye düşünüyor değiliz