Safiye Sultan. M. Turhan Tan
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Safiye Sultan - M. Turhan Tan страница 6
“Biz Türkler…” dedi. “Bir çanak ayranın hakkını kırk yıl tanırız. Şu hâlde benim duçe hazretlerinden, senatörlerden, müşavirlerden ve hele madamlardan gördüğüm ikramı ömrüm oldukça unutmaklığıma imkân yoktur. Her fırsatta Venediklilerin kibarlığını söylemekten ve Venedik hükûmetine elimden gelen yardımları yapmaktan geri kalmayacağım. Fakat biz Türkler, doğru özlü ve doğru sözlüyüz de. İçimiz neyse dışımız da odur. Düşündüğümüzü saklamayız, açığa vururuz. Onun için -yine başta duçe hazretleri olmak üzere has müşavirlere, senatörlere ve iltifatlarını görmekte olduğum güzel madamlara- küçük bir öğüt vermek isterim.”
Öbür sofradaki erkekler ve kadınlar da sıra sıra gelmişler, baş sofra etrafında heyecandan titreyen bir halka çevirmişlerdi. Kubat Çavuş, kısa bir lahza düşündükten sonra sözüne devam etti:
“Şevketlu efendimin ahırında birkaç bin at, bahçesinde üç beş bin it bulunduğu gibi, çeşit çeşit hizmetlerini görmek için beslenen sayısız uşakları vardır. O atların, o itlerin şevketlu efendime bir fikir aşılamaları, haşa ve haşa yol göstermeleri nasıl hatıra gelmezse o uşaklardan herhangi birinin padişahımıza akıl öğretmesi de hatıra gelmemek lazım gelir. Hiç yerin göğe ışık saldığı görülmüş müdür? Kulun da mevlasına fikir vermesi mümkün değildir. Hâlbuki Venedik’te garip garip rivayetler dolaşıyor. Güya Don Mikez adlı bir Yahudi uşak, şevketlu efendimin zihnine girmiş ve padişahı Venedik’in aleyhine kışkırtmaktaymış!”
Birden sesini yükseltti:
“Bunlar yalan, tamamıyla yalandır. Şimdi Jozef Nasi diye adlanan Don Mikez’i tanırım. Bir at uşağı, bir seyis neyse o da şevketlu efendimin hizmetkârları arasında öyledir. Devlet işlerinde yol göstermek sadece onun değil, hiç kimsenin haddi değildir. Zaten Venedikli ile aramızda bugün bir tatsızlık da yok. Zanta için beş yüz, Kıbrıs için sekiz bin duka vergi veriyorsunuz. Arnavutluk gibi, Dalmaçya’daki hudutlarımıza da saygı gösteriyorsunuz. Balyoslarınız nazik adamlar. Nabza göre şerbet vermeyi biliyorlar. Şevketlu efendim size neden incinsin, neden kızsın? Josef Nasi’yi Kıbrıs’a kral mı yapacağız? Rodos gibi, Sakız gibi Kıbrıs’tan hiç de aşağı olmayan adalara kral koymadık da bizim olmayan Kıbrıs için mi kral seçeceğiz… Böyle sözlerin konuşulması çirkin, yayılıp duyulması da tehlikelidir. Aslanla şakalaşılmaz. Bunu da unutmamalıyız.”
Kubat Çavuş, Osmanlı sarayında dönüp dolaşan dedikoduları Venediklilerin omzuna yüklemekle büyük bir siyaset gösteriyor, aynı zamanda o küme küme kadına verilen vazifeyi kıymetten düşürüyordu. Zeki Çavuş, duçeden en küçük rütbeli Venedikliye, Bafa’dan en çirkin kadına kadar herkesin bu Don Mikez işiyle ilgili olduğunu, kendisini tuzağa düşürüp söyletmek istediklerini kavramıştı. İşret âleminde sinirlenerek bir veya birkaç kadının kalbini kırmamak için meseleyi kökünden söküp atmak istiyordu.8
Bu açık sözler, Don Mikez hikâyesi üzerinde ısrarı manasızlaştırmakla beraber altın kitaba girmek ümitlerini de silip süpürdüğünden kadınlardan bir kısmı neşesizlenmişti. Fakat Venedik millî hazinesindeki altın kitaptan daha kıymetli olan bir kitapta, Elçi Kubat Çavuş’un yüreğinde bir satır, bir cümle hatta bir kelime veya bir nokta olmak iştiyakını taşıyan madamlar, Don Mikez işinin bu şekilde neticelenmesinden bilhassa memnun olmuşlardı. Çünkü hükûmet hesabına değil, kendi hesaplarına hareket etmek ve heybetli elçiden bir hatıra uğrulamaya çalışmak imkânına kavuşmuş oluyorlardı.
Fakat Kubat Çavuş, hadiselerin dizginini kendi elinde tutuyordu. Kimseye hamle fırsatı vermiyordu. Nitekim siyasi nutkunu bitirdikten sonra şu veya bu taraftan mukabele edilmesine veya bir teklifte bulunulmasına da imkân bırakmadı. Yüzünü Deli Cafer’e çevirdi.
“Ammi…” dedi. “İzin verirsen bir ricada bulunacağım.”
Ve onun tavrını bozmadan “Söyle evlat!” demesi üzerine şu dileği ileri sürdü:
“Rahmetli Turgut Reis’le bile Cebre çemberinden nasıl kurtuldunuzdu?.. Zahmete katlanıp hikâye edersen bu hanımlar, bu efendiler sayende tatlı bir kıssa dinlemiş olurlar.”
Deli Cafer, naz etmedi. Fakat gurura da kapılmadı. Sanki herkesin elinden gelir bir işten bahsediyormuş gibi gösterişsiz bir lisanla meşhur Cebre menkıbesini anlattı. Malum olduğu üzere bu menkıbe, Türk denizcilik tarihinde hatta bütün dünya denizciliği tarihinde yegâne sayılan vakıalardandır, bir deha hamlesidir ve şu suretle tekevvün etmiştir:
Turgut Reis henüz korsanlık hayatı yaşarken Tunus civarındaki Mehdiye Limanı’nı ele geçirmişti. Oradan İspanya, Sicilya ve Napoli sahillerini tehdit ediyordu. İmparator Şarlken, krallar kralı ve taçdarlar taçdarı vaziyetini takınan, tam manasıyla el kıran ve baş koparan kesilip koca Akdeniz’i avcu içine alan bu meşhur Türk’ü o limandan çıkarmak istedi, uzun hazırlıklar yaptı ve bütün Hristiyan âleminin güneşi sayılan Andreya Dorya kumandasında bir donanma yollayarak Mehdiye’yi ansızın muhasara ettirdi.
Turgut Reis o sırada İspanya sahillerinden vergi topluyordu. Baleara adalarına da aynı salgını tattırarak Mehdiye’ye döndüğü vakit şehrin ve limanın ateşten bir çember içine alındığını gördü, Cerbe Adası’na çekildi.
Oradan sık sık Tunus kıyılarına geliyor, dört yüz gemiden mürekkep bir filo ile on binlerce kişiden teşekkül eden bir kara ordusuna haftalardan beri kapıları kapalı tutan Mehdiye’ye yardım etmeye savaşıyordu. Bu küçük şehir, o büyük düşman kuvvetlerine karşı tam beş ay göğüs gerdi, her şehide bedel en azından yirmi İspanyol neferi feda ettirdikten sonra bir yığın toprak hâlinde İmparator Şarlken ordusuna teslim oldu.
Şimdi sıra Turgut’la boy ölçüşmeye gelmişti. Amiral Anderya Dorya, sayısı yüzleri aşan donanmasını Cerbe Adası’na -umulmaz bir günde- götürdü ve meşhur korsanı -kırk yedi gemilik filosuyla-orada bastırdı. Hesap, mantık, akıl, muhakeme ve her şeyi Turgut Reis’in orada ya yanıp kül olmasını yahut Anderya Dorya’ya boyun eğmesini zaruri gösteriyordu. Harbe girişmek düpedüz delilikti ve bu delilikten hayırlı bir netice çıkmasına asla imkân yoktu. Fakat gücünün şiarı muhali mümkün kılmaktı ve o gücün harekete geçtiği yerlerde alevin yakmak, suyun boğmak, kasırganın yıkmak hassalarını kaybettiği çok görülmüştü. Onun için Anderya Dorya’nın limana doğru sürmek istediği gemilere Turgut tarafından yol verilmedi, karaya çıkarılan bataryaların isabetli ateşiyle filo açıklara sürüldü.
Bununla beraber tehlike, dört yüz harp gemisi hâlinde, Cerbe Limanı’nı göz hapsine almış demekti. Bugün değilse yarın veya öbür gün bu büyük filo o küçük adayı kuru bir çıra gibi mutlaka tutuşturacak,
8
Kubat Çavuş’un hikâye etmekte olduğumuz elçiliği 1566 yılının sonlarına doğru vuku bulmuş olsa gerektir. Çünkü İkinci Sultan Selim, babasının ölümü üzerine 24 Eylül 1566’da İstanbul’a gelip tahtı ve saltanatı tesellüm etmişti. Fakat Kubat Çavuş’un 1569 yılı sonunda da Venedik’e gittiğini biliyoruz. O vakit duçeye ve Venedik Cumhuriyeti’ne Osmanlı sarayının birtakım şikâyetlerini tebliğe memur edilmiş bulunuyordu ki bunların içinde Dalmaçya hududundaki sarkıntılıklar, birkaç Türk korsanına yapılan işkenceler ve Kıbrıs Adası’nın Hristiyan korsanlara sığınak yapılması birinci planda geliyordu. Kubat Çavuş, bir efendinin uşağına karşı dahi kullanmakta tereddüt edeceği derecede küçültücü bir lisan ile yazılan “name-i hümayun”u, senatonun toplu olduğu bir sırada duçeye verdi ve okunurken de hazır bulundu, Frenk tarihleri bu hadiseyi naklederken “Bu kadar amirane bir surette yapılan taleplerin senatoda müzakeresi caiz olmadığından ret ile cevap verildi. Halk, o kadar heyecan gösteriyordu ki Çavuş’un hayatı tehlikede kalmamak için sarayın arka kapısından çıkarılmasına mecburiyet geldi.” diyorlar. Fakat bu, hakikate uygun değildir. Çünkü Venediklilerin Türk elçilerine, yürekleri titremeden bakmalarına bile imkân yoktu. Nerede kaldı ki her biri bir ejdere benzeyen o elçilere hücum etmeyi zihinlerinden geçirebilsinler!
Yine tekrar edelim ki Kıbrıs’ın alınması meselesi bu romanın çerçevesi dâhilinde değildir. Yalnız Bafa’yla tanışma sırasında o meseleye de temas edilmek zarureti hissedildiğinden bu notları kaydediyoruz. (y.n.)