Eylül. Mehmet Rauf
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Eylül - Mehmet Rauf страница 12
Sonra gece İstanbul’un en zarif, en süslü, en sakin geceleri… Aydınlığa lüzum hissetmeksizin, semanın denize akseden bütün nurları o kadar şen, o kadar gevşeklik veren ışıklar yağdırıyordu ki, o gölgenin içine gömülmüş, yarı ölmüş kalıyorlardı. O zaman denizin, gökyüzünün, karşıki kırların tasvir olunmaz letafetleri vardı.
Süreyya uzanmış, sade ellerini kullanarak, bazen bahisten bahise geçmek için biraz durarak, kelime kelime anlattıkça Necip sessiz dinliyordu. Nihayet Süreyya:
“İşte hayatımız.” dedi. “Yemin ederim ki, hiç bu kadar mesut olduğumu bilmiyorum.”
O sırada Suat’ın sesini işittiler.
“Şükretmeli, şükretmeli.” diyordu. Süreyya yattığı yerden kımıldamayarak:
“Sen şükredeceğine buraya bak.” dedi ve eliyle Necip’i göstererek, “Akşama gidiyormuş!” dedi.
Suat şaşalamış:
“Kabil değil, latife ediyorsun.” dedi.
Süreyya temin ediyordu; sonra gülerek:
“İşte bir haber ki, Suat’ın bütün tasavvurlarını harap etti. O kim bilir yeni ev kadını sıfatıyla ne hazırlıklarda bulunmuştu.” dedi.
Suat, Necip ile meşgul iken bu söz üzerine kocasına dönüp tehditli bir kaş çatışıyla:
“Susmak ne iyi şeydir!” dedi.
Necip hâlâ teessüfle kalamayacağını tekrar ediyordu. Süreyya gülerek:
“Bu ne ısrar.” dedi. Sonra göz kırparak ilave etti, “İleri gitmeyelim… Kim bilir… Beyoğlu bu…”
Nihayet Suat bugün gidip yarın mutlaka gelmek şartıyla razı olacağını söyledi. Süreyya:
“Öyle ya, bahar bitiyor.” dedi. Kendileri Beykoz Çayırı’na gitmek istedikleri hâlde şimdiye kadar onun gelmesini beklemişlerdi. Necip çarşambadan evvel gelemeyeceğini söylüyor, onlar ısrar ediyordu. Nihayet çarşambaya karar verdiler.
Süreyya hizmetçinin gölgesini görünce:
“Yemek mi?” diye haykırdı. “Koşalım, koşalım… Yemekler darılmasın!”
Suat bu evin bir özrünün yemek için aşağı kata kadar inmek olduğunu söyleyerek iniyordu. Süreyya önden giderken:
“Sen babanı bir daha kandırarak birkaç yüz lira vurabilirsen o zaman istediğimiz gibi bir ev sahibi oluruz.” diyor, buna hep birden gülüyorlardı.
Yemek odasına girdikleri zaman Süreyya hemen yerine oturup havlusunu açarak:
“Aman çabuk, çabuk… Yemekler iltifatımızı bekliyor… Baksanıza, saat bire gelmiş.” dedi.
Suat:
“Her zaman kaçta yiyoruz?” diye sordu.
Süreyya:
“Malum.” dedi, “Yani demek istiyorsunuz ki bir muvakkit saati kadar muntazam yemek yiyoruz. Bunu tekrar ettirmeye lüzum yok. Allah sayinizin mükâfatını versin, yalnız temenni ederim ki, bu merak nihayet bir cinnet hâline gelmesin… Ev kadınlığı cinnet ölçüsü… Doktorlara yeni bir hastalık daha…”
Suat serzenişli bir nazarla:
“Birikiyor!” dedi.
Süreyya hem yemek alıyor, hem daima Necip’e bakarak devam ediyordu:
“Ne! Cinnet mi?”
Suat başını sallayarak:
“Hayır, kabahatler… Haksızlıklar.” dedi.
Necip:
“Omlet enfes.” dedi.
Süreyya gülerek:
“Aşçıya kalsa bize yemek haram olacak… Bereket versin küçük hanıma… O kendini yoruyor ama kocacığına… Ay, kocasına diyecektim… Ay, yine olmadı. Süreyya’ya, Süreyya’ya.” dedi.
Suat, Necip’e bakarak:
“Cennete gitmek için sabırdan başka çare yoktur, değil mi Necip Bey? Rica ederim, siz evlenince böyle huysuz bir koca olmamaya çalışınız, yoksa…”
Süreyya hâlâ alay ederek:
“Yoksa ne olacak?” diye sordu.
Suat tereddütle:
“Yoksa… Yoksa… Karınızı mesut etmemiş olursunuz…”
Süreyya:
“ ‘Ooo dedi, o kadarcık mı?’ Ben de mühim bir şey olur zannediyordum… Necip de benim kadar bilir ki evlilikte hanımlar solda sıfırdır… Asıl akıl ermeyen bir şey varsa bu kadar dikkate rağmen şu etlerin aşçılık başarısıyla böyle simsiyah olmasıdır.”
Suat gülümseyerek:
“Mademki kocaların saadeti lazım, veriniz onu ben yiyeyim… Zavallı kadınlar!”
Necip:
“Bilakis zavallı erkekler Suat Hanım; bir kadının ne olduğunu anlayanlar için asıl zavallı erkeklerdir. Kadın olmayınca bir erkek hayatının ne verimsiz, ne yağmursuz, ne çorak bir siyah çöl olduğunu bilseniz… Bunu çok erkek bilir de sonra unutur… Bir kadının, bir erkeğin hayatına sade varlığı ile nasıl şiir ve körpelik verdiğini, ruhu bertaraf etsek bile yalnız vücut için de nasıl büyük bir koruyucu olduğunu bilseniz… Demin bana burada hayatınızdan bahsediyordunuz. Siz her saati geçirmek için saadetler, eğlenceler buluşunuzu anlatırken ben yirmi dört saatlik hayatımın nasıl bir cehennem saati gibi nihayetsiz, sürüklenmez bir hayat olduğunu düşünüyordum. Sadece söyleyeyim ki, ölecek derecede bunalıyorum.
Ötekiler susuyorlardı.
“Bilmezsiniz Beyoğlu hayatının, hatta eğlenilecek mevsimde bile nasıl bunaltıcı, beyin ezici bir hâli vardır. Evvela bin bir renkli bir hayat görünür, hiç birbirine benzemez sefahati var gibi gelir fakat o kadar tek renk, aman Yarabbi o kadar tek renktir, görülen çehreler o kadar daima aynıdır ki… Mahremiyetsiz, samimiyetsiz, gösterişli bir taklitten, soğuk sarı bir taklitten ibaret bir hayat… Her görüştüğünle müthiş bir rekabet, bir mücadele, bir düşmanlık… Hiçbir el sıkmazsın ki, mümkün olsa seni bir çukura itmeyeceğine emin olasın, hiçbir ses işitmezsin ki, senin arkandan en hain, en haksız bir istihzada, bir zemde bulunmayacağına emin olasın… Riya, istihza, kendini beğenmek, hodkâmlık… Bu aç kurdun elinde bütün çehre morarmış, bütün gözler bulanmış; herkesin muvaffakiyeti öbürlerinin ayaklar altında ezilmesine bağlı imiş gibi bir çekememezlik, bir kin, kimse kimseyi beğenmez, üstünden başından tutunuz da söylediği Fransızcaya kadar her şey alay için bir bahane olur. Zaten hep sahtekârlıktan ibaret olan bu