Eylül. Mehmet Rauf
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Eylül - Mehmet Rauf страница 8
Karı koca ikisinin de bunu istediği hemen gösterdikleri sevinçli kabulden anlaşılıyordu. Araba hareket etti. Bağın bozuk yolundan bazen devrilecek gibi giderken Necip şu on dakikalık mesafede bile, beraber bulunmak için hatta açıkça itiraf edemeyecek kadar istekli olan bu iki kalbin şimdi yetişmek telaşıyla birbirine bakmadığına dikkat ederek “Beraber olmak yetiyor.” diyor ve tekrar –bulanık ve tortulu cevap vermek yahut tutunmak için mülahazaları daima inkisara uğrayarak– bu hâli bile bir saadet mertebesine çıkaran yakıcı, kavurucu değil teskin edici aşkı, hayır bu aşk olamaz, kalp bağlılığını düşünüyordu.
Tren hareket ettiği zaman istasyonun arkasında arabasından kendilerine bakan Suat’ı aradılar; elleriyle selamlar göndererek uzaklaşırlarken onun da araba ile yola düzüldüğünü gördüler.
Vagonda iki kişi yalnızdı. Necip nasıl olup da Süreyya’nın şimdi bu noksanı, hatta kendisini mahzun eden bu kadın noksanını hissetmediğine şaştı. Bu kadar rabıta üzerine bu ayrılığın muayyen bir müddet için olsun kalbi elbette mahzun etmesi gerekirdi. Ve bu kadar sadık bir aşkın bile böyle mahzunlukları olduğunu düşünerek boynunu büktü.
Süreyya başını trenin hızından hasıl olan havaya açmış yarı durgun, susuyordu. Sonra:
“Bakalım ne yapacağız?” dedi. Daha sonra ilave etti; “Sahi güzel bir şey bulursak… Suat ne kadar sevinecek değil mi?”
Evet, Suat… Şimdi onsuzluktan mahzun iken bu mülahaza onu sevindirmek, onun sizi beklediğini, şimdi fikren sizinle beraber olduğunu, her an yanınızda hissettiğinizi bilmek, hissetmek, yanınızda görmek… Bu mahzunluğa sonsuz bir lezzet veriyor, sevilen için çekilen ezaları bir gam damlasıyla karışık bir hoş sarhoşluk hâline getiriyor, zaman geçtikçe bir esef kadar tatlılaştırıyordu.
Süreyya:
“Ah bak, akşam bizi araba ile beklemesini tembih etmeyi unuttuk.” diye esef etti. Sonra hemen, “Ama zannederim düşünür ve gelir.” dedi.
Eğer geleceğini zannetmeseydi haksızlık edecekti; zira Necip, Suat’ı onun kadar bilmediği hâlde bundan şüphe etmiyordu. Ve birden, kendisine daima mevcut olan tahlil vesvesesi ile bu saadetin de derinliklerine girip hakikati görmek merakına düştü. Elbette bunların da göründükleri kadar mesut olmadıklarını, Suat’ın da hakikat hâlde bu kadar kusursuz bulunmadığını tekrar etmeye başladı. Kendisinin bunların karşısındaki hayran vaziyetini pek gülünç buluyordu. İşin karşıdan böyle göründüğünü, esasen kim bilir neden ibaret olduğunu söylerken; niçin hiçbir noksan alameti kendi “müşikâr nazarına”1 isabet etmediğini soruyordu. Birden bir tepki ile “Bu kadarı da bir muvaffakiyet değil mi? Bakalım ben bu kadarına nail olacak mıyım?” dedi.
Akşama kadar dolaşıp nihayet işlerini sevine sevine bitirdikten sonra trene geldikleri zaman büyük bir rahatlık hissettiler. Önlerinde memnun ve mutlu geçecek birkaç gün vardı. Süreyya muvaffakiyetli zamanlarına mahsus evza ve etvarı ile ve hayal ile anlatıyordu: Şimdi Suat’ı bulacaklar, ona anlatacaklar. Süreyya’nın “mücevher kutusu, fildişi yuva” diye tarif ettiği yalıyı o kadar sevecek… Sonra evdekileri nasıl şaşırtacaklar… Süreyya hepsinin taklidini yapıyordu. Fatin kuduracak, beyefendi köpük saçacak…
Necip:
“Ya Hacer?” dedi.
“Hacer mi? Görürsün, o da kocasına bir yalı tutturacak…”
Sonra gülerek:
“Fakat Fatin… Vallah onu boşar da öyle bir halt etmez.” dedi.
O asıl onu görmek istiyordu:
“Ah şu Fatin.” diyordu. “Patlayacak, patlayacak…”
Sonra birden:
“Patlasa da Hacer de kurtulsa.” dedi.
Necip, Suat’ın ciddiyet ve metaneti yanında Süreyya’nın da böyle küçük hislere kapılışına bakıyor fakat kendisi de Fatin’i o kısa boynu, daima para görür gibi akı çok gözleri, başını çevirmeden sağa sola bakışı ile o kadar iğrenç buluyordu ki hak veriyordu.
İstasyonda Suat’ı bulur bulmaz bütün emelleri altüst oldu. Süreyya ona müjde verirken o:
“Nafile… Her şey bozuldu.” dedi ve merak ettiklerini görerek anlattı:
“Ben dadıma tembih etmeyi unutmuştum, hepsini Hacer’e söylemiş… Şimdi herkes biliyor.”
Süreyya eyvah makamında elini alnına götürerek:
“Ne söylüyorsun Suat?” dedi. Sonra saadetinin çokluğundan onu da bir muvaffakiyet sayarak:
“Bilsinler, ne yapalım, menetmek de ellerinden gelmez ya…”
Suat öyle düşünmüyordu. “Beyefendi mâni olmak isterse?” diyordu. Süreyya yavrusunu müdafaaya hazırlanan bir canavar mehabet ve tehevvürüyle bakarak:
“Ne?” dedi; azametle omuzlarını kaldırdı, “Ben artık mektebe gitmiyorum.” diye güldü. Sonra arabaya bindikleri zaman Süreyya, “fildişi yuvasını” tarif için her şeyi unuttu. O kadar galeyan ile naklediyor, Suat da deminki kederi unutarak öyle şen şakrak görünüyordu ki Necip bile kendisine, “Bunda sana ait ne var?” diye içinden yükselen zehirli sesi unutarak cereyana kapıldı.
Süreyya methettikçe Suat, Necip’e dönüyor, “Sahi mi Allah aşkına, sahi mi?” diye soruyordu.
Evet, hepsi sahi idi. Bu fildişinden yuva Boğaz’ın üstünde Kavaklar’ın yanında, Yenimahalle’nin bir köşesinde, heyeti mecmuası fildişinden yapılmış kadar temiz, parlak, Pazarbaşı’nda idi. Otuz yedi liraya tutmuşlardı. İçerisi yarı döşeli idi.
Süreyya:
“Suat, piyano da var.” diyordu.
Bunların hepsi Suat için bir neşe kaynağı oluyordu. Süreyya oranın sükûnundan, gölgesinden, manzarasından galeyanla bahsediyor, söyleyeceği şeylerin çokluğundan eksik anlatarak:
“Deniz, kapısının önüne kadar geliyor Suat, bilsen!” diye sevincinden taşıyordu.
Sonra Suat, Hacer’in nasıl mosmor kesilip “karısının parasıyla sayfiyeye giden” Süreyya’nın artık gözünden düştüğünü nasıl söylediğini anlattı. Süreyya hiddetlenerek “Niçin? Kocanın parası başka, karının parası başka mı olur?” dedi ve zalimleşerek “Herkes kendi kocası, her kadın kendisi mi?” diye söylendi. Suat eliyle ağzını tutarak susturmak istedi. Süreyya haksızlıklara böyle acı mukabele ettiği zaman içi ezilir, onu sevememekten korkardı. Necip’e dönerek:
“Düşününüz Necip.” dedi. “Biz gidince yalnız kalacak, bütün bütün yalnız… Zavallı kız ne yapacağını şaşırıyor, sonra…”
Süreyya, Suat’ın
1
Biz buna “Gözünden kıl kaçmaz.” deriz.