Mai ve Siyah. Халит Зия Ушаклыгиль

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Mai ve Siyah - Халит Зия Ушаклыгиль страница 10

Жанр:
Серия:
Издательство:
Mai ve Siyah - Халит Зия Ушаклыгиль

Скачать книгу

zaman göğsü kabara kabara duran Ahmet Cemil’e bakarak, baktıkça tıkanarak kimi zaman hiçbirisine bakmaya güç bulamayarak perişan, bir düzene uymaz, birbirini tutmaz, yarım yarım cümlelerle babalarından bir şey kalmadığını; kalan ufak tefeğin biraz sonra bitmek üzere olduğunu söyleyebildi.

      Sonra gene sustular. Bir ara o sessizliğin içinde kısaca ama kısalığında korkunç bir anlatım gizlenen şu soru soruldu:

      “Ne vakit diploma alacaksın?”

      Ahmet Cemil artık gözlerini kapadı. Sanki dün sütüyle beslediği çocuktan bugün ekmek isteyen bu ananın perişan hâlini görmek istemiyordu. İkbal’in, üzerinden bir bulut gibi geçen siyah gözleri indi.

      Bu akşam ancak bu kadar konuşma yapılmış oldu. Ama ilk kez olarak ciddi bir ortam içinde söylenen şu birkaç söz, Ahmet Cemil’i tamamıyla yeniden kendisine getirmişti.

      Bir yasın kahrı altında ezilip kalan yüreklere güç kazandırmak için hayat görevlerinin egemen sesi sedası kadar etkili şey olamaz. O geceyi Ahmet Cemil karabasanlar içinde geçirdi. Ertesi gün Hüseyin Nazmi’yi bulmaya karar verdi. Erenköy’e kadar gitmek, o her türlü özel yönlerini bilen dosta bol bol derdini dökmek istedi.

      İnsan keder ve sevinç zamanlarında, yüreğinin katlanabileceğinden fazlasını başka bir duygulu yürekle paylaşmak ister. Bu öyle bir ihtiyaçtır ki maddi faydası beklenmeksizin Ahmet Cemil’i Hüseyin Nazmi’ye götürüyordu.

      Sabahleyin erken kalktı. Bütün zihnini ezen bilinmezliklerin çözümü, çaresi Hüseyin Nazmi’nin elindeymiş gibi gidip onu bulmakta acele ediyordu. Sanki oturursa geç kalacakmış gibi vapurda bir yerde duramadı. Kafasında bütün anılar, düşünceler donmuş, yalnız bir nokta yaşıyordu: Annesiyle kardeşini yaşatmak… Ama nasıl? Daha okulu bitirmesi için bir yıl var. Üç yüz… Bu kadar gün ki her birini geçirebilmek için ekmek gerek…

      Bu ekmek sözü, yüreğinden soğuk bir iz bırakarak geçti. O yaşlı anne… O daha çocukluktan tamamıyla çıkmamış genç kız… Onlar daha neler isterler? Ah! Onlara neler vermek isterdi ama nerede o vasıtalar ki bütün o istenilecek şeyleri alsın da getirsin, o iki sevgilinin önlerine döksün, “Bakınız, bunlar sizin için, evet bunları sizin için, size, ben aldım!..” desin.

      Ah! O da zengin olsaydı. Hüseyin Nazmi ne kadar mutluydu. Zenginlik ve saygınlık sahibi bir babanın oğlu, bugünü düşünmek zorunda olmadığı gibi yarın da geçim kaygısı daha mutluluk parlaklığıyla parlayan alnını elem çizgileriyle bozmayacak. Ama ne zararı var? Ahmet Cemil çalışmaktan kaçan o korkak kimselerden mi idi ki daha hayat kavgasına ilk adımını atmadan yılgınlığa yenilip kalsın!..

      Hayatla uğraşmak, bu geçim kavgasında o da yumruğunu sıkarak payını almaya çalışmak gerekiyor, öyle mi? Niçin çalışmasın? Bu sorulara kafasının içinden karşılıklar verdikçe sanki dövüşmeye hazırlanıyormuşçasına ayaklarının üstünde biraz daha sağlam duruyordu.

      Haydarpaşa’dan trene atlamak, Erenköy’e çıkmak; duraktan epeyce uzak olan Hüseyin Nazmi’nin açık mavi boyalı, bahçesi demir parmaklıklı güzel köşküne kadar gelmek için geçen zaman, hep kafasını dolduran düşüncelerle dolu olarak geçti. Ama köşkün parmaklık kapısı yanındaki zili çekeceği sırada eli, alışmadığı bir biçimde titredi. Ara sıra buraya geldikçe yüreklilikle içeri girmek alışkanlığında olduğu hâlde bugün bir cömertlik kapısının karşısında, dermandan düşmüş bir ricacı gibi oluşunu düşünerek cesareti kırıldı. Birden arkadaşına yüreğinin bütün acılarını döktükten sonra onun bir bakışla “Ne demek istiyorsun? Para mı gerek?..” demek isteyeceğinden şüphelendi.

      Şu dakikada duyduğu korku, bir türlü elindeki zili çekme gücünü bırakmamıştı. Geri dönmek, buradan, bu güzel köşkün, gözlerinin önünde zenginliğin bir simgesi gibi yükselen bu yapının kapısından kaçmak, geri dönmek, ta o Süleymaniye’deki evceğizin kucağına atılmak, babasının hâlâ hayalini gördüğü o köşeciğe kadar giderek “Baba! Sen bizi bırakmamalıydın!..” demek istedi.

      Sonra bütün düşünceler zincirlemesini benliğinde duyduğu güçlü olma duygusu altüst etti. Buraya para istemek için mi gelmişti? Onun istediği şey, kendisini dinleyecek bir dosttan başka bir şey miydi?

      Zili çekti. Köşkün ta ikinci katından gürültüyle bir pencerenin yeşil panjurları açıldı. Ahmet Cemil başını kaldırdı. Tatlı bir çocuk sesi sordu:

      “Siz misiniz Cemil Bey?.. Durun, durun; kapıyı ben açayım. Ağabeyim hâlâ uyuyor…”

      Bu, Hüseyin Nazmi’nin küçük kız kardeşi Lamia idi. Ahmet Cemil’in şu kadarcıktan dostu… On beş yaşını aşan çocuklarda başlangıcı görülen bir çekinme ve külfetlilik kaygısını Ahmet Cemil hakkında daha takınmaz; ona karşı Lamia hâlâ çocuk kalmıştır.

      Dağınık hâliyle, daha taranmamış saçları koştukça savrularak açık pembe kısa giysisinin etekleri uçuşarak bahçeyi geçti. Selamlık kapısından başı daha yeni görünen uşağa meydan bırakmayarak yetişti, parmaklığı açtı.

      “Geldiğinize ne kadar iyi ettiniz… Ağabeyim sizi görünce şaşıracaktır. Bu yıl hiç gelmediniz. İkbal’i niçin getirmediniz?..”

      Lamia, çocukların o senli benli hâlleriyle, bitmek tükenmek bilmeyen konuşkanlığına alabildiğine yol vermiş, köşke varıncaya kadar konuşmalarının ötesine berisine serpiştirdiği soruların karşılıklarını beklemeksizin bir dakikada on konuya değinme zamanı bulmuştu.

      Ahmet Cemil köşke girerken dedi ki:

      “Rica ederim, benim geldiğimi haber verir misiniz?”

      Lamia “Şimdi!..” dedi ve koşarak Ahmet Cemil’i yalnız bıraktı.

      Hüseyin Nazmi’nin odasına girince düşünmekten, yürümekten doğan bir yorgunlukla hemen sandalyelerden birine oturdu. Ah, her geldikçe rahatlıkla ve ilgisizce oturduğu bu odanın bugün üzerindeki ağırlığı anlatılamaz bir şeydi…

      Odanın bahçeye bakan yeşil panjurları daha açılmamış, aralıklarından güneşin ışığı belli belirsiz süzülmüş, pencerelerin uzun, koyu renkli perdeleri yerlere dökülmüş… Sanki bu karanlığın ortasından fışkırarak dikilmiş korkunç karaltılar… Odanın ötesine berisine dağınık olarak konuluvermiş sandalyeler… Ta karşıda, duvarın üzerinde renkleri karanlıkta dalgalanarak duran bir harita… Oda kapısının iki yanını dolduran yüksek -Hüseyin Nazmi’nin maymun iştahlı israfıyla doldurduğu- kitaplıklar…

      Ah! O da böyle bir odaya, şöyle bir kitaplığa, böyle kitaplara sahip olabilseydi!..

      Hüseyin Nazmi’nin evinde bu duygu, ilk kez olarak onun beynine üşüştü. Bir kar tabakasının tertemiz beyazlığı üzerine düşmüş bir damla leke gibi… Kendi kendisine utandı. Bugün geçim derdiyle ilk yarayı almış olan bu taze yürek, şu açık mavi boyalı köşkün şu bahçeye bakan yarı karanlık odasında var olması gereken düşünce rahatlığına, gönül rahatlığına, derin hayat zevkine karşı acı bir kırıklık duygusu yaşadı.

      Şurada oturmak, bu ortalığı çevrelemiş olan eşyaya sahip olmaktan doğacak bir

Скачать книгу