İlk Düşen Ak. Омер Сейфеддин
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу İlk Düşen Ak - Омер Сейфеддин страница 3
…
Evet! “Daha ne bekliyorum?” Kendi kendimle konuşurken bu suale ne cevap vermeli? Şimdiye kadar bunu hiç düşünmedim mi? Hayır. Hâlâ kalbimde birçok heyecan var. Sanıyorum ki evlenirsem bitivereceğim. Fakat nasıl olsa bir gün evlenmeyecek miyim? “Herkes gibi…” Ah herkes gibi… Herkese benzememek insan için ne güç! Tabi ben de kendimden evvel gelenleri taklit edeceğim. Onlar gibi nişanlanacağım. Onlar gibi güvey gireceğim. Onlar gibi çocuklarım olacak. Onlar gibi aile sahibi bir baba olacağım. Onlar gibi ihtiyarlayacağım, onlar gibi, heyhat… Onlar gibi öleceğim.
Şu yazdığım sayfaya ziyası ateşten bir mustatil şeklinde akseden güneşin altında yeni ne var?
Hiç…
Evet ben de herkes gibi evleneceğim. Beş bin sene evvel yine bu güneşin altında tekrarlanan bir Finland meselini hatırlıyorum: “Hayat yalnızken pek kederlidir. İnsan çift oldu mu bu hayat daha latif olur. Üçleşince hayat pek tatlıdır.”
Ben, artık bu “yalnızlık”tan kurtulmalıyım.
DEVLETİN MENFAATİ UĞRUNA
Mukaddime
Sevgili karilerim, size yemin ederim ki1 bu hikâyeyi ben uydurmuyorum. Geçmiş zaman… Eski bir tarih kitabında mı okudum, yeni bir hikâye mecmuasında mı yoksa açık bir romanda mı? İyice hatırımda kalmamış! Hatırımda iyice kalan şey, yalnız vakanın esası “fert”in “cemiyet” uğrunda vaktiyle ne derecelere kadar fedakârlıkta bulunduğunu, bunun kadar nefis bir surette gösterecek tarihî bir misal yoktur sanıyorum! Bugün işte yeni yeni devletler, yeni yeni cemiyetler doğarken “faydalı olur” ümidiyle şu okuyacağınız satırları yazmaya kalktım.
Okuduktan sonra “Sanat, sanat içindir!” itikadıyla “hisseden kıssa” çıkarmasanız bile eğlenmiş olursunuz. Sevgili karilerim, eğlenmek de zaten bir nevi fayda değil mi?
Birinci Fasıl
Evvel zamanda Avrupa’nın, zannedersem her on kilometre murabbaına iki hükümdar isabet eden, bol müstebitli bir tarafında gayet ihtiyar bir kral vardı. Elmaslı tacının altından lüle lüle sarkan gür beyaz saçları, yürürken ayaklarına dolaşan beyaz sakalları içinde balmumundan yapılmış ilahî bir resim gibi daima sessiz yaşar, devleti adaletle, şefkatle, mürüvvette idare ederdi. Muharebeyi sevmediğinden memleketinin sulh perisi zamanında hiç seyahate çıkmamıştı! Tebaasının işi gücü yemek, içmek, oynamak, eğlenmekti! Yazın tarlalarda, bağlarda, bahçelerde insan, inek, eşek, köpek, kaz, tavuk, ördek sürüleri çifter çifter, hep bir arada sevişirler; kışın meyhanelerde, evlerde, kulübelerde çalgı sesleri, aşk naraları sabahlara kadar coşar, bir saniye durup dinmezdi.
Fakat bu kadar mesut bir memleketin teselli kabul etmez, ağır, acı bir kederi vardı. Bütün halk; ihtiyar genç, erkek kadın, çoluk çocuk herkes en coşkun cümbüşler esnasında birdenbire dururlar, sararırlar, ağlamaya, hıçkırmaya başlarlardı. Umumi gözyaşlarının sıcak bir çağlayanı andıran şırıltıları içinde daima bu feryat işitilirdi:
“Ah, niçin bizim bir veliahdımız yok!”
İkinci Fasıl
İhtiyar Kral sarayının bir ıhlamur ormanına bakan merasim salonundaki tunç ayaklı altın tahtında oturuyordu. Başmabeynci yerlere eğilerek başvekilin huzura kabul olunmasını istirham ettiğini söyledi. Devletin politikası o kadar yolunda idi ki… Kral başvekilini ancak senede bir iki defa bayramlarda, seyranlarda görürdü. Taaccüp etti.
“Gelsin bakalım!” dedi.
Bir dakika sonra içeriye, kendinden ihtiyar, kambur bir adam girdi. Bu, Avrupa’nın en büyük diplomatıydı. Asya hükümdarları bile ona nameler gönderiyorlar, reyinden istifade ediyorlardı. Tahtın önüne ilerledi. Diz çöktü. Hükümdarının beyaz sakalları içinden uzanan sarı elini öptü:
“Haşmetmeap!” dedi. “Sizi gayet mühim bir mesele için taciz ediyorum.”
“Ne gibi? Bir muharebe ihtimali mi?”
“Hayır.”
“Komşularımızla siyasetimiz mükemmel. Dâhilde asayiş, bereket, zenginlik yolunda. Başka mühim ne olabilir?”
“Gayet mühim bir mesele!”
“Nedir söyle bakalım!”
İhtiyar başvekilin çipil gözlerinden hüngür hüngür yaşlar boşanıyor, mini mini bir nehir gibi altın tahtın basamaklarından akıyordu.
“Haşmetmeap! Bugün doksan sekiz yaşına girdiniz. Ölüm gayet acele bir afettir. Bir gün vakitsiz olarak siz adil hükümdarımızı bizim elimizden alıverir. Veliahdımız yok! Allah göstermesin, sizin ruhunuz göklere uçarsa yerde kalacak zavallı tebaanızın hâli ne olacak. Memlekete komşularımız hücum edecek? Vatanı pay edecekler. Kaç asırdır hanedanınız sayesinde sükûn içinde, asayiş içinde yaşayan devletimiz mahvolacak. Gülmekten, oynamaktan, zevk sürmekten başka bir şey bilmeyen milletimiz vahşi kumandanların emirleri altına girecek. Muharebelere sürülecek. Sokaklarımız siyah esvaplı dullarla, öksüzlerle, evlatlarını kaybetmiş analarla dolacak…”
Başvekil hem ağlıyor, hem bülbül gibi nutkunu söylüyordu. O söyledikçe İhtiyar Kral kendi ölümünden sonra mesut devletinin nasıl parçalanacağını, sevgili tebaasının nasıl komşu devletlerin ordularına asker olacağını düşünüyordu.
Başvekilin nutkunu kesti, sordu:
“Bu felaketin önüne nasıl geçebiliriz?”
“Gayet kolay Haşmetmeap!”
“Nasıl?”
“Sevgili Kraliçemiz dünyaya hemen bir veliahtçık getirsinler.”
“Fakat nasıl? Artık…”
O asırda Avrupa’nın en büyük diplomatı olan başvekil yavaş yavaş doğruldu. Elleriyle kralın saçlarını dalga dalga ayırdı. Kulağını buldu. Ağzını yaklaştırdı. Söylediğini Allah’la Kraldan başka kimse duymadı.
“Fakat…”
“Fakatı makatı yok Haşmetmeap! Devletin âli menfaati uğruna!”
“Kraliçeyi bilirsin. Bir melaikedir. Ona bu teklifi nasıl edebilirim?”
“Evet Kraliçemiz bir melaikedir. Haşmetmeap! Melaikelerden daha saf, daha temiz, daha ulvidir. Fakat mukaddes devletimizin istikbali ancak buna bağlı. Devletin âli menfaati bugün böyle icap ediyor…”
İhtiyar Kral düşünüyor, büyük diplomat söylüyor, şark hükümdarlarının analarını, kardeşlerini, evlatlarını devletlerinin âli menfaati uğrunda koyun gibi bizzat boğazlamak fedakârlığına bile katlandıklarını anlatıyordu. Şimdi bir devletin, bir milletin hayatı, saadeti, bekası Kraliçenin fedakârlığına bağlı kalmıştı. Yoksa…
Kral:
1
Vallahi, bittabi, tallahi…