Turfanda mı Turfa mı?. Mizancı Mehmed Murad
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Turfanda mı Turfa mı? - Mizancı Mehmed Murad страница 2
Çocukken en tatlı bir rüya gibi zihninde yerleşmiş, fikirlerinin ilk uyanışı sırasında en aziz hülyalara zemin olmuş, hayatta meslek ve gayesini tayin etmek zamanı gelince en mukaddes emellerin benimsenmesine, en ulvi düşüncelerin gerçekleştirilmesine merkez olmak üzere seçilmiş bir “Kıblegâh-âlem”e ilk defa yaklaşmakta bulunan hamiyetli bir gencin kalbi böyle mühim bir dakikada hiç göze meydan verir mi?
Kavaklar, Büyükdere, Beykoz, bütün Boğaziçi gözünde ne kadar güzel ve gönlünde ne kadar aziz olsa, yine “İstanbul” değildir. Yabancı memleketlerden gelen Mansur Bey gibiler için vatanın tezek kokusu bile amber gibi gelir. Lakin şimdi onların sırası değildi. İstanbul yakında! Vücudunun kıllarına varıncaya kadar her zerresi, hayalinde çoktan beri cisimleşmiş olan “İstanbul” ile kavuşmaya hazırlanmıştı.
Gözlerini, vücudunu ileriye çeken elektrik kuvveti, işte o “İstanbul” denen cazibe kuvveti idi.
Bununla beraber yolculardan biri, “İşte Rumeli Hisarı!” deyince Mansur Bey, uykudan uyanır gibi bir tavırla, şeklinde bulunduğu iddia olunan dört yüz senelik kaleye bakmaktan kendisini alamadı. Dikkatli olarak bir hayli baktı. Yüzünde bir gülümseme göründü:
“Ey kahraman Gazi! İşte senin Bizans anahtarın! Tarihin bunca kahramanlarının hayat ve iktidarlarını uğrunda harcadıkları hâlde açtıramadıkları o demir kapıları, müminlerin merkezi, cihan padişahlarının payitahtı olmak üzere, sen bu mübarek anahtarınla fethettin ve açtın!”
Zihnî hitabı, yüzü gülümsediği esnada, yorgun beynini canlandırmıştı.
Ani bir şimşek süratiyle sola doğru dönerek Yıldırım Bayezit Han’ın eserlerinden olan Anadolu Hisarı’na baktı ve yine bir müddet daldıktan sonra güya geniş alnından, avucuyla ter siliyormuş gibi elini geçirdi ve konuşur gibi dudaklarını oynattı. Fakat yalnız, tekrarlanan “Timur, Timur!” sözünden başka bir şey işitilemedi.
Bunun arkasından yine sağa döndü, tekrar Rumeli Hisarı’na gözlerini dikti.
Osmanlı vatanseverleri için değerli bir ziyaret yeri olması lazım gelen bu eski ve heybetli esere hâkim bir tepede, yeni tarzda inşa olunmuş büyücek bir bina gözüne ilişti. Fatih Hazretleri’nin ulu namını takdis için inşa olunmuş bir millî şükran eseri olduğuna hükmetmekte tereddüt göstermedi.
Hemen bu sıradaydı ki, dikkati çekici eserleri tanıtan bir fesli ile onu dinleyen bir İngiliz turisti Mansur Bey’in yanı başına geldiler.
Fesli:
“Şu kulenin üzerinde görünen yüksek bina, Amerikalı misyonerlerin tesis ve idare ettikleri Robert Kolej mektebidir” dedi.
İngiliz:
“Misyoner mektebi mi dediniz?”
İngiliz şaşkınlığını gizleyemedi.
Mansur Bey önce kulağına inanamadı. Sonra milletin şükranına vesile olsun diye yapılmış hayrat eserlerden biri olduğuna hükmettiği binaya doğru İngiliz’in parmağını uzatılmış görünce, gözleri garip bir surette parladı, rengi değişti. Fesli bilgiçlik taslamaya devam etti:
“Daha yüksekteki Bektaşi Tekkesi’dir.”
Mansur Bey’de bunu işitecek hâl kalmamıştı. Çünkü yüreğinde bir ıstırap, zihninde sersemlik hissediyordu.
“İşte Göksu Kasr-ı Hümâyûn’u.”
“İşte Kandilli.”
“Sahildeki şu güzel bina Mısırlı Mustafa Paşa’nındır.”
“Şu tepedeki büyük bina Sultan Sarayı’dır.”
Mansur Bey bir müddetten beri adı geçen saraya bakmaktaydı. Amerika mektebinin karşısında, onu kulübe derecesine indiren o büyük ve heybetli binanın ne olduğunu öğrenmek için şiddetli bir arzu duymuşken beklemediği bir cevap almaktan korkarak kimseye soramıyordu.
“Saray” dedikleri vakit geniş bir nefes aldı. Belki “Allah’ın kelamını yaymaya memur vaizleri yetiştirmek üzere inşa edilmiş bir millî mekteptir.” demiş olsalar ancak bu kadar teselli bulacaktı.
Fesli İngiliz’e anlatmaya devamla:
“Sadrazam Ali Paşa’nın yalısı, işte şudur.”
“Yanı başındaki büyük yalı, Mısırlı Kamil Paşa’nındır.”
“Şu büyük kâgir bina, Hanım Sultanlar Hazretlerinindir.” diyerek yalıları saymakta ve anlatmaktaydı.
Vapur Kandilli Burnu’nu dolaşarak süratle inmekteydi. Yolcular Kuleli ve bilhassa Beylerbeyi Sarayı’nı seyretmekle meşguldüler. Ancak Ortaköy’den Kabataş İskelesi’ne kadar uzanan sahili dünyanın en süslü bir mevkisi hâline getiren padişah sarayları ile civarlarındaki daireler ve onlarla aynı hizada denizin ortasına dizilmiş zırhlılar kadar hiçbir şey dikkatleri çekemedi. Gün cuma olduğu için Dolmabahçe rıhtımıyla açığında hazırlıklar görülüyordu. Saltanat kayıklarının süslerine vuran güneş ışıklarının akisleri göz kamaştırıyordu.
Mansur Bey, gönlündeki üzüntülerden dolayı yüzü değişmiş olduğu hâlde bütün yönlerin kendisine yöneldiği tarafa döndü ve limana girinceye kadar gözlerini ayıramadı. Güya o sırada kalbinden gelen şu:
İşte halife-i rûyı zemîn ve (yeryüzünün halifesinin) sultanlar sultanı padişah hazretlerinin azamet ve ihtişamla oturdukları mukaddes daireler! İşte ümmetin ikinci “kıblegâh”ı! Bunca vakitten beri hasret ateşiyle yanıyordun. İşte göz önünde duruyor. Bak, bak da ateşini söndür, hitabıyla Mansur Bey’in zaten pek güzel olan şekil ve kıyafeti daha cazip bir güzellik ve letafet kazandı.
“İşte Sarayburnu’na geldik.” sesi Mansur Bey’i bu yöne dönmeye mecbur etti.
Osmanlı tarihinin büyük bir kısmını ihtişamla dolduran ve dünyanın en seçkin noktalarından biri sayılan Sarayburnu, Mansur Bey’i yeniden sevgi dolu düşünceler âlemine daldırdı.
Herkesin ağzında dolaşan “Ayasofya”, “Sultan Ahmet”, “Süleymaniye” sözleri Mansur Bey’i herkesle beraber o taraflara bakmaya mecbur etti. Fakat birbiriyle yarışırcasına gözlerini zapt eden güzel manzaralar ile gönlünü dolduran tatlı hatıralara vücudunun tahammülü kalmadı. Sarhoşluk derecesinde duygulanmıştı, zira hakikat rüyanın yerine geçmişti.
Dinin ve iman kuvvetinin timsali gibi heybetle semaya doğru yükselmiş sayısız minareler ve kubbelerle taçlanmış bulunan İstanbul’un eşsiz manzarası bile, sanki Mansur Bey üzerinde, görünüşte, yanındakiler kadar bir tesir uyandıramadı.
Bir müddet sonra, zırhlılar tarafından hava boşluğunu sarsacak derecede şaşaalı bir şekilde selamlanarak, saltanat kayıkları ve her zamanki gibi onlara refakat eden