Turfanda mı Turfa mı?. Mizancı Mehmed Murad
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Turfanda mı Turfa mı? - Mizancı Mehmed Murad страница 5
Yatağa girdiği vakit saat üç buçuğu bulmuştu. Dün gece de layıkıyla uyuyamamıştı. Bununla beraber sabaha kadar gözüne uyku girmedi.
Maziye Dönüş
Mansur Bey’in gözüne sabaha kadar uyku girmedi. Evet, girmeyeceği tabiiydi. O günkü duyguları o kadar çoktu ki, hiçbiri hakkında, o esnada bir hüküm vermek için meydan bulamamıştı. Hatta bundan dolayı kendisine bir nevi şaşkınlık gelmiş ve bazı yerlerde, sanki yabancı turistlerden ziyade kayıtsız gibi görünmüştü.
Şimdi o duyguların sebeplerini birer birer hatırlamak lazımdı. Her biri hakkında enine boyuna zihnini yormakla lezzet almak gerekiyordu.
Aklının ve fikrinin o gecelik vazifesi yalnız bu kadar olsa yine zararı yoktu. Ah, daha nice büyük işler vardı ki onları da birer kere gözden geçirmek icap ediyordu.
Çünkü “dün” ile “yarın” arasında çok büyük fark olacaktı.
Çocukluk çağına veda etmek üzere bulunuyordu. Yarın başka bir âlemin kapısından içeriye girmiş, din ve devlet hizmeti meydanına kendisini atmış olacaktı.
Ayakta yürümeye güç kazandığı günden itibaren ebedî istirahat gününe kadar vakıa insanoğlu için vazifeden uzak bir gün bulunmaz. Fakat Mansur Bey’in yarından itibaren yükleneceği vazife dünkü vazifesine katiyen benzemeyecekti.
Ömrünün büyük bir inkılabında bulunuyordu. Mektep çocuğu, cemiyete, onun bir ferdi sıfatıyla girmek üzere kapıya kadar gelmişti.
Bu hâlde bir kere geriye dönmek, maziyi bir daha gözden geçirmek, hesapta bir noksan varsa tamamlamak, başka bir mesuliyet ve vazifeler âlemine geçmekte bulunan varlığı temize çıktığına inanmış bir vicdan ile kuvvetlendirmek tabii idi.
Zihni evvela hayatının başlangıcına, ana vatanı bulunan Cezayir çöllerine kadar uzandı. Fransız istilasının kendi ailesinin başına getirdiği felaketi düşündü.
Mala, mülke, paraya, büyücek bir mevki ve itibara, hatta yerliden, yabancıdan bir çeşit tebaaya bile sahip köklü bir sülale mahvolmuş, ocak sönmüş, aile fertlerinden kimi vatanı korumak için şehadet şerbetini içmiş, kimi esir olarak düşman elinde kalmış, kimi de başka diyara göç etmişti. “İbni Galib” namıyla ün salmış olan ecdadı Büyük Sahra’ya yakın bir bölgede kurdukları beyliği, iki asırdan ziyade etrafın taarruzlarından koruyabilmişlerdir. Fransızların ilk tecavüzleri, kendi menfaatlerine doğrudan doğruya dokunmamışken, “İbni Galib”ler, komşularını birlik ve ittifaka davet ederek ve kendilerini herkes için örnek göstererek vatanı korumak uğrunda hayatlarını feda etmişlerdi. Kahramanlık ve vatanseverlikleri Cezayir halkı arasında saygı uyandırmış, Fransızların ise aksine hırs ve düşmanlığına sebep olduğu gibi, şöhretleri Cezayir sınırları içinde kalmayıp daha da uzaklara yayılmış, hayranlıkla bahsedilir olmuştu.
İstiladan sonra Fransa hükûmeti bu kahraman aile fertlerinin gönüllerini kazanmak için birçok yaranma göstermişken az bir şeye muvaffak olmuştu.
Mansur Bey’in babası Ebulmansur, güney diyarına sığınarak, teşebbüs ve gayretiyle toplanan millî kuvvetlerin başına geçmiş ve hücumlarıyla Fransız tümenlerini birçok rahatsız etmişti. Bu gibi hücumların birinde Ebulmansur şehit olduğu vakit Mansur Bey üç yaşını henüz doldurmamıştı. Başka kardeşi de yoktu. Bunun için, zaten Çerkez cariyesi olan annesi ciğerparesini dünyasına bedel tutardı.
İbni Galibler, Araplaşmış Türk ve Osmanlı asıllıydılar. On yedinci asırda Cezayir valisi bulunan Abdullah Paşa, emektarlarından Kütahyalı Ahmed Ağa’yı, hizmetine mükâfat olarak Güney sınır bölgesine tayin etmişti. O vakit hemen hemen devamlı olan Avrupa savaşları, Cezayir ile haberleşme ve mektuplaşmayı zorlaştırdığı için çocukken Macaristan’dan esir olarak gelip Müslüman olan Abdullah Paşa, böyle bir fırsattan istifadeyle o zaman henüz kapanmamış bulunan o kötü zorbalık yoluna sapmıştı. Ahmed Ağa o vakit efendisini terk ile sözde devlet adına olarak idaresi altına verilen bölgeleri kendi başına idare etmeye başlamıştı.
Ahmed Ağa’ya “mütegallib” (zorba) dedikleri gibi evlatlarına “İbni Mütegallib” (zorba oğulları) demişlerdi. Lakin bu lakaptan hoşlanmadıkları için onu “İbni Galib”e değiştirmeye muvaffak olmuşlardı.
Mansur Bey’in dedesi bulunan İbni Galib’in dört oğlundan Ebulmansur üçüncüsüydü. Mansur Bey’in en küçük amcası Mehmed el-Muzaffer de iki sene sonra babası gibi şehit olmuştu. Onun neslinden de, Mansur Bey’den bir sene sonra doğmuş Zehra adında bir kızdan başka kimse kalmamıştı.
Meşhur âlimlerden bulunan ikinci amcası Şeyh Salih el-Magribî, istilanın ilk zamanında Cezayir’i terk ederek ailesiyle beraber Hilafet merkezine sığınmıştı.
Yalnız büyük amcası Ahmed el-Nasır, elden kaçırdığı beyliği geri almak hırsıyla bir türlü memleketi terk etmek istememiş ve ilk mağlubiyetin ertesinden itibaren Fransızlara yaranmak yoluna sapmıştı. Bundan dolayı Fransızların itimatlarını kazanmış ve servet ve mevkice yükselerek Cezayir şehrinin içine yerleşmişti. Saray gibi konağı ve debdebesi dikkatleri çekiyordu. Fakat bu parlak yüzün bir astarı vardı ki oldukça çirkindi ve ailenin diğer fertlerininkinden kalınca olduğu bir yığın tecrübeyle anlaşılmış olan vicdan zarını bile arada sırada sarstığı olurdu. O da, Fransızlara samimiyet ve alçak gönüllülük göstermesinden dolayı akrabasıyla din kardeşlerinin kendisinden nefret etmeleri hususuydu. Hatta bazı tabir meraklıları, Ahmed el-Nasır yerine “Ahmed-el Nasranî” lakabını işittirmeye çalışırlardı.
Sülalenin diğer emektarları gibi Mansur ile Zehra da anneleriyle beraber Ahmed el-Nasır’ın evine sığınmışlardı. Çünkü Fransızlar memleketlerindeki mallarına el koymuşlar, evlerini yakmışlardı. Buna karşılık, Ahmed el-Nasır’ın aracılığıyla Fransa hazinesinden geçinmelerine fazlasıyla yeten maaşlar bağlanmıştı.
Ahmed el-Nasır tek koruyucuları bulunmak iddiasıyla onları evine aldığı gibi, maaşlarını da kendi maaşıyla beraber alır ve sarf ederdi.
Konağına gelen giden çok bulunurdu. Bilhassa Fransız subaylarıyla madamları eksik olmazdı. Ahmed el-Nasır da madamlarla görüşmeye pek arzulu bulunduğundan biraz Fransızca ile kâğıt oyunlarını öğrenmişti. Bunun için selamlık salonunda piyano sesiyle eğlence gürültüsü, yanı başındaki küçük odada da oyuncularla çevrili kumar masası eksik olmazdı.
Bundan dolayı Ahmed el-Nasır tabii olarak gelen gidenle görüşecek olan üç çocuğuyla onlardan ayıramadığını göstermekten zevk duyduğu Mansur ile Zehra’yı şanına göre yetiştirmek lüzumunu hissederek bir Arapça hocasından başka bir matmazel ile bir mösyö daha tutmuştu. Bu suretle konağın bir köşesinde sanki beş kişilik bir mektep sınıfı açılmış bulunuyordu.
Mansur o vakit yedi, Zehra da altı yaşlarındaydılar.
Ahmed el-Nasır’ın dokuz yaşında olan oğlu ile yedi ve altı yaşlarında bulunan iki kızı yaradılıştan