Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı - Kösem Sultan’ın Yüzüğü. Lütfü Şehsuvaroğlu
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı - Kösem Sultan’ın Yüzüğü - Lütfü Şehsuvaroğlu страница 1
Mahpeyker Valide namıdiğer Kösem Sultan köyünden kopup da gemiye bindiği ilk günden bu yana geçen zamanı bir bir turaladı arabanın tül perdesinden yol boyu sıralanan askerleri seyrederken.
Yeni valide sultanı Eski Saray’dan alıp Yeni Saray’da bekleyen yeni Osmanlı Padişahı Dördüncü Murad Han’a götürecek olan araba, salına salına ilerlerken yolun iki yanında keçeli yeniçeriler selama durmuşlar ve devletin koruyucusu, belki de hakiki sahibinin ortakları gibi güven, itimat, ama aynı zamanda uyarıcılık telkin ediyorlardı.
Gerçi dün geceden itibaren Kösem Sultan, valide sultan olduğunu biliyordu. Dün gece zaten oğluyla halvet etmiş bir gün sonra yapılacak seremoninin ayrıntılarını teati etmişlerdi. Hatta Kösem için valide sultan olma rüyası aylar dahası yıllar evvel görülmüştü. Yine de insanda tatlı bir heyecan dalgası oluşturuyor, diye geçirdi içinden Kösem…
Sultan Mustafa’nın halli, üstelik iki defa tahta çıkmasına rağmen şimdi indirilip Eski Saray’a o lanet olası annesiyle birlikte gönderilmesi hiç kimsenin itirazına mahal vermemişti. Valide alayının Eski Saray’dan Yeni Saray’a avdet etmesi öncesi yaşanan olaylar devletin aklını yeniden geri getirmişti. Deli yine inzivasına, bir çocuğa teslim edilecek olsa da devlet aklına kavuşmuştu. Şeyhülislam ve ulemanın tavsiyeleri asker tarafından kabul görmüştü. Kemankeş Ali Paşa, Yeniçeri ve Sipahi Ocaklarının desteğini arkasına almayı bilmiş; bütün vezirleri, kumandanları, ağaları, imamları, şeyhleri toplayarak devletin maruz kaldığı tehlikeyi anlatmıştı.
Bir yanda Celalî isyanları, işte Abaza Paşa neredeyse Anadolu’nun tamamına hükmeder hâlde, diğer yanda İran yedi eyaleti almış, üstüne üstlük Bağdat’ı da ele geçirmişti. İstanbul’da hükmedenler aklını başına almazsa şu cihan devletinin hâli ne olacaktı? Huzur-i mahşerde emanet sorulduğunda ne cevap verilecekti?
Asker ilk defa ulufe istemedi. İlk defa vüzera ve ulema hemfikirdi. İlk defa bir avuç insanın ihtiraslarına gem vurarak yüksek bir ülkü etrafında birlikteliği ile kansız bir ihtilal gerçekleşmişti. Tarihte pek ender olan bu ihtilal, Osmanlı maşeri vicdanının yeniden teşekkülü anlamına geliyordu. Çocuk padişah bu iyi niyet devriminin üstüne saltanat sürecekti.
Birinci Mustafa, annesiyle ve cariyeleriyle birlikte Eski Saray’ın yolunu tuttu.
“Kardeş katli yasasını uygulasaydım, başımıza bunlar gelmezdi.” diye etrafındaki cariyelere dert yanan eski valide sultan kaderine küstüğü sırada yeni valide sultan, bir yandan elindeki yüzüğe bakıyor, bir yandan da kendini ve yakın cariyelerini Divan Yolu üzerinden Yeni Saray’a, yeryüzünün en büyük efendisinin sarayına götüren saltanat arabasının dışındaki seslere kulak kabartıyordu.
Mücevveze ile Divan çavuşları yol boyu sıralanan onlarca arabayı sanki sayıyorlarmış gibi kafalarını uzatıp birbirlerine göz ucuyla işaret ediyorlardı. Elleri arada bir talimat verir gibi açılsa da daha çok önde birbirine bağlı duruyordu.
Harikulade bezenmiş arabayı tebessüm ve endişe arasında gidip gelen bir yüzle süzen bu insanlar gelen kafilenin önlerine düşüp badehu Haremeyn-i Şerifeyne müteallik gerek mansub ve gerek tevliyette olanlar da yine mücevveze ile yürüyüp bunlardan sonra valide kethüdası paşalı kavuğuyla, bol yeni samur kürk ve elinde asa ile gidekoydu. Bundan sonra iki taraflı baltacılar ve daha sonra mücevveze ile darüssaade ağası ve ondan sonra altı beygirli ve perdeleri örtülü şahane araba ile valide sultan geçekoydu. Arabanın hemen ardından iki memur sağa sola para saçıyor ve halkı sevindiriyordu. Valide sultanın arabasını şehzadelerin ve cariyelerin arabaları takip ediyordu.
Valide alayı, bab-ı hümayundan geçip de Topkapı Sarayı’nın havasını teneffüs etmeye başladıktan sonra henüz yedi yaşında olan küçük padişah, hemen ardındaki sadrazam ve şürekâsının teşvikiyle has fırın önüne doğru yürüdü. Araba durdu ve Kösem Sultan arabanın penceresini örten perdelerin arasından elini uzattı. Çocuk padişah annesinin uzanan elini öptü ve alnına götürdü.
Valide alayı, padişahın ve etrafındakilerin eklenmesiyle daha kalabalıklaşmıştı. Alay, Harem-i Hümayun’a doğru yollandı. Yeniçeri ağası ile sekbanbaşı birlikte temenna ettiler. Ağalar yer öperek hürmet ve tazimlerini ifade ettiler.
Kösem Sultan günlerden beri hazırlık yapmış, oğlunun cülus merasiminin bir parçası olan valide alayının Yeni Saray’a varışıyla ilgili herhangi bir problem çıkmaması için ihtimam göstermişti. Her şey tamdı. Evvelce hazırlanan defter mucibince sırayla hilatler giydirildi. Atiyyeler dağıtıldı. Geçilen her kullukta dağıtılması icap eden atiyyeler dağıtılıyordu. Alayın bazı arabalarından da etrafa paralar saçılıyordu. Alay, Cebehane önüne gelince cebecibaşı, valide sultanı selamladı ve atiyyesini aldı.
Sonunda tazim edilen ana ile oğul Bab-ı Hümayun’un kapısından hulul ettiler. Herkes rütbesini biliyordu. İki sıra hâlinde dizildiler. Bostancıbaşının nezaretinde bostancı başhasekisi ile hasekiler ellerinde hezeran değneklerle arz-ı endam eyleyüp alayı tazime durdu. Alay da buna karşılık durdu. Bu karşılıklı tazimde yarı tehdit vardı. Zira bundan sonrası için diğerleri daha ileriye geçemezlerdi. Farkında olmayıp da ilerleyenler ikaz edilirdi. Değnekler hemen göze batar, daha ileriye kimseyi geçirmez.
Valide orta kapıdan girdi. Aheste aheste yürüyordu. O boy, o endam bugüne kadar gelmiş geçmiş hiçbir valide sultanda yoktu. O nasıl yürüyüştü öyle! Bütün alay içi gıcıklanır biçimde bakışlarını dondursa da sanki başka tarafa bakmak zorunda imişler gibi gözleri resimde durmuş başlar da başka yana çevrilmişti.
Valide sultan ile padişah kapıdan girerken alay arkada kalan tüm kısımları ile alkış kopardılar.
“Bir deliden sonra bir saralı yeryüzü mülkünü bakalım nasıl idare edecek?” soruları kafalarını meşgul ederken dudaklarda dua fısıltılarıyla alay yavaş yavaş dağıldı.
Kösem Sultan daha Babüssaade kapısından girerken karşılama heyetindekileri bir bir süzmüş, şu vüzeranın akıbeti hakkında zihninde birkaç tayine imzasını atmıştı.
Aynı seremoniyi daha evvel yaşayan Hürrem’in de Safiye’nin de Nurbanu’nun da ruhlarının imreneceği bir saltanat sürecekti, bundan emindi.
Ama bunun için bir an önce şu çürüyen hanedanın devletine de genlerine de doğru kanı, Rum köylü kızının kanını vermeliydi.
Küçücük bir çocukken babasının anlattığı Bizans hikâyelerindeki, havsalasına bir türlü oturtamadığı yapının devamı olan bu dünyanın merkezinde, bu iki kıtayı birleştiren şehirde ve onun sarayında yeryüzünün en güzel ve en akıllı kraliçesi olarak doğunun ve batının birlikteliğinin yeniden inşasını gerçekleştirecekti.
Bu konuda azimli ve kararlı idi. Azimli ve kararlı olduğu kadar bunun için gerekli zekâ ve bilgi donanımına sahip olduğunu düşünüyordu.
Hayır hayır; Andronikos’un akıbetine uğramayacaktı…
Onun yaptığı hatayı yapmayacak, onun düştüğü yanlışa düşmeyecekti.
Doğu fikrini, büyük doğu hülyasını hiç kimseye açık etmeden kendi içinde büyüterek doğrudan batıya kabul ettirmeye, doğunun zenginliğini ve kudretini onlara hissettirmeye çalışacaktı.
Bunu ne Andronikos, ne bir başkası yapmıştı. Bir tek o çağ değiştiren ecdadı yapmıştı. Fatih Mehmet Han…
Ecdadı