Cehennemden Selam. M. Turhan Tan
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Cehennemden Selam - M. Turhan Tan страница 7
Acaba rüyaları canlandırmak, hülyalara hakikat rengi vermek kadar yüksek olan bu iddiasız ve pek sessiz emeklerin hiç mi bir kıymeti yoktur?
Evet, hayatın felsefesine göre her büyük şey bir sürü küçük şeylerin toplamıdır. Herhangi bir binanın küçük küçük taşlardan, tahtalardan, kiremitlerden ve çivilerden mürekkep olması gibi! Her büyük şöhret de muhtelif ebattaki zahmetleri, fedakârlıkları içine çeken ve emen bir varlıktır: Sayısız ırmakları, nehirleri sinelerinde ensap ettiren denizler gibi!
Tahlil neticesi ve hakikatin ta kendisi olan bu hakemin önünde şiir ve tarih mütemadiyen mahcup olsa yeridir.
İşte Diyarbakır’a doğru alabildiğine koşan mahut civelek de bir şöhretin ve bir şahsiyetin yıkılıp yerine diğerinin geçmesine hizmet edecekti. Eğer bu teşebbüs sonuç verirse civeleğin ismi veya cismi kale mi alınacaktı? Elbette hayır… Bunlar, bu gibi işleri yapanlar, dülger elindeki çekiç ve terzilerin kullandığı iğne yerindedir. Bunlar olmasa bina ve elbise vücuda gelmez. Fakat yapılan eser üzerinde de kendilerinin hiçbir hizmet hakları mevzubahis olamaz.
Civelek, süratle istenilen hedefe doğru giderken ordu dahi aheste aheste aynı mahalde mütemadiyen ilerliyordu. Kuyucu’nun her günkü icraatı artık ordu için kabak tadı vermişti. Gelgelelim bu icraat bazen yeni ve işitilmemiş bir şekil alır ve ordu arasında sohbete vesile olurdu.
Mesela Konya menzilinde Siracoğlu Ahmet Bey’in katli hadisesi, hayli dırıltıya, leh ve aleyhte bir sürü dedikoduya sebep olmuştu.
Alelade bir Konyalı olan bu adam, köylü Mustafa ismindeki ırz düşmanı bir herifi, bir gün şehrin ortasında, kendi sarığıyla asarak idam ettirivermişti. Asılanın herkesin nefretini kazanan kötü bir şahıs olması, Siracoğlu’nun bu cüretini hem mazur göstermiş hem de kendisini halkın gözdesi hâline getirmişti.
Ahmet Bey, biraz sonra ikinci bir cüretli hamleyle halkın büsbütün gözüne girdi: Konya şehrini hiç görülmemiş bir rüşvet baskısıyla haraca kesen kadı efendiyi hançerle öldürüverdi!
Artık Ahmet Bey’in Konya’daki mevkisi, hükûmet kuvvetinin çok üstüne çıkmıştı. Siracoğlu, yalnız Konyalıların değil, komşu mahaller halkının da şikâyetini dinler ve cezalandırmaya lüzum gördüklerinin hemen cezasını tertip ederdi. Bu meyanda Karaman Beylerbeyi Ahmet Paşa’yı da sarayı içinde bütün çoluk çocuğuyla, bütün maiyeti ve hizmetkârlarıyla yakmıştı!
Kuyucu, Konya’ya gelir gelmez Siracoğlu’nu yok etmeyi kurmuştu. Memleket âyanı, Ahmet Bey’in memleketi zorbalardan temizlediğini ve ancak hak ve adalet için çalıştığını söyleyerek şefaatte bulunmuşlardı. Bunun üzerine Ahmet Bey’i huzuruna getirterek memleket âyanı karşısında sormuştu:
“Ahmet Bey! Seni Konya’da alıkomak isterim. Ben seferden dönünceye dek şehri bir hoş muhafaza eyle. Ama imdat lazım gelirse ne miktar asker toplamaya kadirsin?”
“O gafil bi-bâk”,24 “Otuz bin âdem toplamak pek az himmetle mümkündür!” cevabını verince paşa “pesend edip”,25 “Berhudar ol! Var imdi rahat eyle.” demişti. Ahmet Bey çıkar çıkmaz memleket âyanını “Hemen otuz bin âdem toplamaya kadir olan şahsı zinde koyup gittiğimde ol asker ile Konya Hisarı’nı zapt ve tahassun ederse hâl nice olur?” sözleriyle susturmuş ve Siracoğlu’nu da kementle boğdurmak suretiyle idam eylemişti.
Hele Yusuf Paşa’nın katli büsbütün başka şekilde vukuya gelmişti. Kuyucu Paşa, bağlılarını da elde edebilmek için bu suçlu vezirin katlini erteleyerek kendisini has misafiri unvanıyla yanında alıkoymuştu.
Bir seher vakti “Oğlum Yusuf Paşa’yı davet eyle. Gelsin kahve içelim.” emriyle misafiri otağa çağırtmıştı.
Dertli Yusuf Paşa gelince ihtiyar “Behey oğul! Sana muhabbetimi bilirsin. Sensiz kahve içmek olur mu? Gel, çadırın ardına gidelim, tenha oturalım. Geleni dahi komasınlar…” diye babaca iltifatlar göstermiş ve misafiriyle birlikte otağın arkasına geçmişti.
Tam kahvaltıya başlayacağı sırada kapıcılar kethüdası içeri girmiş ve “Avlonya Beyi Hüseyin Bey gelip yetti. Ne cevap edelim?” demişti. Serdar, güya bu haberden hiddetlenmiş gibi başını sallamıştı:
“Ne temaşadır! Bir vakit olmaz ki kendi safamızda olalım. Çare yok, ben taşraya çıkayım. Siz yemekten buyurun.”
Ve sonra musahip nedimlerine “Sizler oturun, paşa oğluma yoldaşlık edip yemek yiyin.” emrini vermişti.
Musahip güruhu, Yusuf Paşa ile oturmuşlardı. Sofraya, ilk yemek olarak, “mertebani26 içinde” paça gelmişti. Yusuf Paşa, “Buyurun.” diye el sunarken hazır bulunanlardan eline çabuk biri hemen başından tülbentini kaldırmış, çeşnigirlerden kuvvetli bir şahıs da paşayı sofranın kenarına yıkarak ellerini sıkı sıkıya tutmuştu. Artık geri kalanlar için muhterem misafirin üzerine koşuşup hemen başını kesmekten başka yapılacak bir şey kalmamıştı.
Kuyucu’nun bir nevi “fars”ı27 andıran bu gibi icraatı, orduyu çoğunlukla eğlendirir, bazen kızdırırdı. Gelgelelim bu kanlı vakalarda obitmez tükenmez yolların yorgunluğunu azaltan bir mahiyet mündemiç gibiydi.
Her günkü yürüyüş, 20-25 kilometre arasında değişiyordu. Bu mesafe uzundu ve kuvvetli askerler için çok görülemezdi. O zamanki yollardan, taşkın ırmaklarla sıra sıra tepeler vadiler arasından bu mesafeyi katetmek dayanılmaz bir hâl idi. Zaman olurdu ki, asker, koca koca tepeleri sırtlarında taşırdı, mandaların acziyetini gösterdiği yerlerde insanlar ağır yükleri çekmeye girişirdi.
Bu zahmet dolu yolculuğun yegâne zevki, Kuyucu’nun oynattığı bir perdelik “gülünç facialar”la sınırlıydı.
Ordu bu şekilde nihayet Diyarbakır’a yaklaşmıştı. Bir gün sonra meşhur Rumiye Şeyhi’nin bahçeleri görülecek ve Diyarbakır Valisi Nasuh Paşa, meşhur serdarı ve orduyu orada karşılayacaktı.
Nasuh Paşa’nın dairesi, orduda ağızdan ağıza dolaşan mesel hükmüne geçmişti. Sarıca ve sekban olarak beş bin askeri, iki bin mükemmel süvarisi vardı. Kapı ve iç oğlanları, silahtarları, kavasları, şatırları, seyisleri bu yekûnden hariç idi. Nasuh Paşa, bu muazzam kuvveti özel bir intizam içinde giydirmekle ve idare etmekle şöhret kazanmıştı. Bir Nasuh Paşalı, kıyafetçe saray ağalarından daha şık ve zarif idi.
Kuyucu Paşa, Diyarbakır valisinin bu ihtişamını bildiği için onunla buluşma sırasında ordunun da intizamlı bir heybet göstermesini istiyordu. Beylerbeylere, mirimiranlara, alay beylerine, bölükbaşılara, çorbacılara, paşanın arzusu tebliğ olunmuştu. O gece sabaha kadar yeniçeri ve sipahiler elbiselerini temizlemekle, silahlarını bağlamak ve parlatmakla, atlarını, at takımlarını tımarla meşgul olmuşlardı.
Nihayet iki vezir karşılaştı. Rumiye Şeyhi’nin “Kuş Bahçesi” namıyla yâd olunup şöhreti dillerde destan olan bahçesi önünde Nasuh Paşa, serdara doğru atını sürmüştü. Aradaki mesafe,
24
Bi-bâk: Çekincesiz. (e.n.)
25
Pesend etmek: Beğenmek. (e.n.)
26
Mertebani: Anadolu’ya Asya’dan getirilen erken tarihli pişmiş toprak eşyalara verilen ad. (e.n.)
27