Viyana Dönüşü. M. Turhan Tan
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Viyana Dönüşü - M. Turhan Tan страница 18
Kara Mehmet mazlum dostundan selamlar getirir gibi mırıldandığını kuruntuladığı akıntıya kulaklarını verdi, bir müddet o uhrevi sesi dinledi, sonra yanık yanık içini çekti, gözlerini bahçeye dikti. O tarihte Kandilli Bahçesi padişahın en sevdiği tenezzüh20 yerlerinden biri idi. Sahilin üst yanındaki büyük kayaya oturtulan yarım düzine köşk ve geniş bir bahçe, bu zevk yuvasına zarif bir endam çiziyordu.
Kara Mehmet parlak bir gök ışığı altında bulanık billurlar gibi donuk bir beyazlık belirten köşklere baktı, sönüp parlayan ziyalar gördü, mırıldandı:
“Hünkâr, burada.”
Ve sonra gözlerini aşağıya, Sarayburnu açıklarına çevirdi, acı acı inledi:
“Deli Murat da orada!”
İçinde yaman bir hınç vardı, kuvvetli bir el kendini itiyor gibiydi. Karaya çıkmasını, şu uyuyan köşklere ulaşmasını ve hünkârla yüzleşmesini isteyen bu tazyike iradesini kaptırmamak için âdeta mücadele geçiriyordu, işte o sırada gözüne beyaz bir gölge çarptı. Bu, bahçe rıhtımına doğru yürüyen bir kadındı. Kara Mehmet’in koyu karanlıkları yarmakta kuvvetli bir meleke sahibi olan topçu ve sipahi gözü, kadının adımlarındaki sersemliği bile seziyordu.
Gecenin esmer tülünü yırtmadan çiğneyerek rıhtıma inen bu kadın, kafes kaçkını ve hürriyet şaşkını beyaz bir güvercine benziyordu, o kadar beceriksiz yürüyordu. Ardında kalan kafesle önünde açılan deniz arasında ne yapacağını kestiremiyormuş gibi davranıyordu, sık sık ardına bakıyordu. Bununla beraber yürüdü, yürüdü, kıyıya geldi, yorgun bir düşüşle taşların üzerine oturdu, sabırsız bir hamle ile terliklerini çıkardı, beyaz ayaklarını denize uzattı, akıntının muttarit21 bestesini parmaklarıyla hırpalamaya koyuldu.
Kara Mehmet, kayığı ve kendini görmeyen kadının bütün hareketlerini tarassut ediyordu.22 Gecenin o vaktinde dişi bir saraylının böyle deniz kıyısına gelmesi, açık saçık bir durumda ayaklarını yıkaması gerçekten garip bir şeydi. Bu garabet, Kara Mehmet’i de düşüncelerinden uzaklaştırmış ve dikkatini kendi üzerine çekmişti. Fakat sahnenin tuhaflığı bu kadarla kalmadı. Biraz sonra köşkler istikametinde bir beyaz gölge daha belirdi. Bu, evvelce gelen kadın gibi şaşkın değil, hırçın yürüyordu ve koşar gibi adım atıyordu. Lakin yürüyüşünde esrarlı bir eda vardı.
Şimdi Kara Mehmet, iki kadını birden gözetlemeye koyulmuştu. İdrakini ayaklarına bağlamış gibi görünen birinci kadın, yanına bir eş geldiğinin farkında değildi, derin bir dalgınlık içinde boyuna suyu karıştırıyordu. Yeni görünen kadın da gelişini ona duyurmamak istercesine sinsi bir istical23 gösteriyordu. Nihayet yaklaştı, sessiz bir rüzgâr tarafından sürüklenen iri bir beyaz yaprak düşüşüyle birinci kadının ta ardına geldi ve birden kuvvetli bir tekme hâline inkılap ederek onun beline çarptı, zavallıyı akıntının kucağına düşürdü.
Kara Mehmet, umulmayan bu hadise karşısında derin bir hayret geçirirken denize düşürülen kadın, aşağıya doğru çırpına çırpına sürükleniyor ve cinayeti işleyen ayaklar, uçan bir pamuk yumağı gibi köşklere doğru hızla savuşuyordu.
Şimdi ortada boğulmak üzere bulunan bir kadın ve kaçan bir katil vardı. Kara Mehmet, sarayın koynuna giren katille alakalanmayacağını ve akıntının köpüklerinde örülmeye başlanan mezarı önlemek lazım olduğunu kestirmekte gecikmedi. Gözlerine yapışan hayreti çarçabuk silerek küreklere yapıştı. Genç bir kuğu kuşu gibi süzülerek denizi yendi, eceli geçti, mezara çevrilecek köpükleri çiğnedi, çırpınmaktan yorulup kendini ölüme bırakan kadını yakaladı, kayığa aldı.
Cinayeti gören olmadığı gibi ölümü yenen bu hamleyi de gören yoktu. Kandilli Bahçesi uyuyor, rıhtım uyuyor ve belki katil de uyumaya hazırlanıyordu. Fakat Kara Mehmet’in vaziyeti nazikti. Yaptığı iş, insani bir hareket olmakla beraber, omzuna bir yük iliştirmiş oluyordu. Bu yükü ne yapacaktı ve ondan nasıl kurtulacaktı?
Yiğit sipahi, vereceği kararı sonraya bırakarak önündeki ıslak ipek çilesiyle meşgul olmaya başladı. Nabzını tuttu, kalbini dinledi ve onun yalnız baygın olduğuna kanaat getirerek belinden kavradı, baş aşağı çevirip yuttuğu suları kusturdu, kuvvetli bir masajla kan deveranını düzeltti. Artık yapılacak iş yoktu, kadının ayılmasını beklemek gerekti.
Kara Mehmet, intizar24 dakikalarını uzakta geçirmeyi, Kandilli Bahçesi’nde bir uyanıklık olursa görünmemeyi kendi durumuna uygun bulduğundan küreklere yapışmış, Yemiş’e doğru açılmaya başlamıştı. İşte bu sırada gözü kadının parmaklarına ilişti ve orada güzel bir yüzük gördü. O, iliğine kadar tok bir adamdı, mehtabı yüzük yapsalar imrenip bakmazdı. Lakin gözüne çarpan elmas taş, bir dost bakışı gibi kendine sıcak ve yakın göründüğünden dayanamadı, baygın kadının elini avuçlarına alıp baktı ve şaşırdı: Taş, daha dün Deli Murat’ın koynunda gezen elmastı!..
Şimdi Kara Mehmet, önündeki kadının uğradığı gadri unutmuş, idrakini yüzüğe bağlamıştı. Erdel kralının Deli Murat’a yıllardan beri taşıttığı bu elmas dert, nasıl olup da şu kadının parmağına geçmişti?.. Zeki sipahi, kısa bir düşünce sonunda bu muammayı çözmekten geri kalmadı ve Murat’ın yüzüğü karısına takamadan saraya götürüldüğünü, kafası kesildikten sonra taşın bir ganimet gibi hünkâra sunulduğunu, ondan da şu kadına geçtiğini anladı.
Deli Murat’ın mirasına konan kadın, şu vesikaya göre, hünkârın yakınlarından ve gözdelerinden biri olacaktı. Acaba kimdi ve efendisinden böyle parlak bir armağanı aldığı günün gecesinde nasıl olup da ölüme mahkûm ediliyordu?..
Zekâ, bu bilmeceyi halledemezdi. Kara Mehmet de fazla düşünmeyi manasız buldu, merakını tatmin için kadının ayılmasını beklemeye koyuldu ve biraz sonra bu hadise vukuya geldi. Midenin boşalması, kanın düzelmesi, ölümden kurtulan kadını baygınlıktan çıkarıyordu. O, tesadüfen uzaklaştırılan ecelin henüz silinmeyen ağırlığını duya duya gözlerini açmış ve şuursuz bakışlarla yanını, yönünü dolaştıktan sonra Kara Mehmet’i görüp mırıldanmıştı:
“Ben neredeyim?”
Yiğit sipahi, kendine has olan vecizevi şive ile bütün hadiseyi bir çırpıda anlattı.
“İşte…” dedi. “Olan biten bu. Seni öldürmek istiyorlardı, ben kurtardım. Şimdi söz senin: Dilersen kayığı çevireyim, seni saray bahçesine bırakayım. Oraya dönmek işine gelmiyorsa bir yer salık ver, seni oraya götüreyim. Fakat şu yüzüğü nereden bulduğunu söylemedikçe bir yere gidemezsin.”
Kadın, takatsiz bir kımıldanışla kolunu kaldırdı, yüzüğe baktı, gamlı gamlı içini çekti.
“Uğursuz taş!” dedi. “Beni ölüme sürüklüyordu!”
Ve sonra ıslak vücudunu doğrulttu, göğsünü örtmeye
20
Tenezzüh: Gezinti. (e.n.)
21
Muttarit: Tekdüze. (e.n.)
22
Tarassut etmek: Gözlemek, gözetlemek. (e.n.)
23
İstical: İvedilik, acele etme. (e.n.)
24
İntizar: Birinin gelmesini, bir şeyin olmasını bekleme, gözleme. (e.n.)