Eski Mektuplar. Ахмет Мидхат
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Eski Mektuplar - Ахмет Мидхат страница 11
Bir gün Kenan mektebin bahçesini süsleyen ağaçlardan birinin altında oturuyordu. Mevsim sonbaharın sonuydu. Sararmış yaprakların titreye titreye sukutunu seyrediyordu. Bu temaşa derin bir ıstıraba sebep oldu. Kalktı birkaç defalar bahçeyi devretti. Neşe tahsil edeyim derken bilakis hüznü artıyordu. Bu hâl İstanbul’a geldiği, bahusus mektebe dâhil olduğu zamandan beri hiç başına gelmemişti. Tekrar kanepelerden birine yaslandı. Hüznüne sebep olan sebepleri düşünmeye daldı fakat makul bir sebep bulamadı. Kitapları, ufak bir okuma ile onun bütün dertlerini, kederlerini teskine medar olan sevgili kitapları o gün âdeta kendilerinden nefret ediyorlardı. Hayrette kaldı. Ne yapacağını şaşırdı. Dertleşecek, kalbinin derinliklerinde oluşan bu huzursuzluğu dinleyerek ona teselli verecek samimi bir arkadaşa henüz malik değildi. Başka çare bulamadı. Bahçenin bir köşesine sık ağaçlar içine sokularak arkadaşlarının nazarından kurtulmak bu içindeki sıkıntıyı bütünüyle defedinceye kadar ağlamak tasavvurunda bulundu. Neyse ki, bu tasavvurunu da icraya koydu.
Tambur çalınmıştı. Her sınıf birer saf teşkil ederek odalarına giriyorlardı. Kenan en son sırayı teşkil eden talebeler arasında bulunuyordu. Gerek muallimlerine, gerek arkadaşlarına bu hüzünlü hâlini göstermemek için yüzüne arız olan değişikliği gidermekle uğraşıyor ve yüzünü de mendil ile kapıyordu.
Sınıflara girdiler. Beş dakika sonra muallim gelmiş, ders anlatmaya başlamıştı. Zavallı Kenan bu dersten edeceği istifadeleri düşünerek memnun, diğer taraftan da coşmuş hüzünlerinden azap duyuyordu. Zihni bu iki zıt hissin arasında ezile ezile saat geçmiş, üçüncü teneffüs yine aynı vasıta ile ilan edilmişti.
Herkes bahçede dolaşıyordu. Kenan bir sigara yaktı. Zihnine ve gönlüne belki bir ferahlık verir diye bunu yaptı. Zavallı sigara iki dakika zarfında mahvolmuştu. Hayır, hayır mahvolmamıştı. Kalbindeki ateşi söndürmeye gitmişti.
O sırada görevli olan nöbetçi, elinde birtakım mektuplarla, mektep talebelerinin isimlerinin yazılı olduğu bir cetvel bulunduğu hâlde efendilerin birer birer numaralarını çağırıyordu. Ah bu avaz ne kadar can yakıcı olsa da, o mertebe de kulağa hoş geliyordu. Zira o müthiş avaz o müthiş ses arasında numaraları okunan olunan efendiler memleketlerinden mektup almış olurlardı.
Birçok talebeler görevlinin etrafını sardılar. Kenan ise -ilhama mazhar olmuş gibi- korku, tereddüt ile sesin geldiği tarafa gitmek üzere iken numarasının çağrıldığını hissetmişti. Acele ile koştu. Talebelerin bağırtıları, gürültüleri arasında hademeden mektubunu alabildi. Fevkalade şiddetli bir heyecan ile yerine avdet etti. Mektubu okumaya koyuldu. Of! O satırlar ne musibet kokan bir vakayı, ne ıstırap veren bir hakikati ihtar eyliyordu. O mektup eniştesinin siyah bir kalemle yazılmış yalnız bir imzasını taşıyordu. Geri kalanı hem başka bir kalemin hem de etkileyici ve can yakıcı bir fikrin mahsulüydü. Ya Rabbi aşkın sırlarını, ömrün geçici lezzetlerini, ruhun ezeliyetini mucizevi bir hisle dile getiren bir kalem, nasıl oluyor da bir anda hicrana, ümitsizliğe, ölüme ve ah u zara dönüşebiliyor.
O satırlar, o cümleler hayatının renkli safhalarını nasıl oldu da bir anda değiştirerek bir matem kisvesine büründü. Bir gece evvel neşe ve zevk ile huzur ve istirahatle yatağına girip dinleniyordu. Hayal âlemindeki o eski tazeliği, güzelliği, feyzi ve heyecanı bütün şaşaasıyla uyandıran ve kendisine latif iltifatlar eden o gül cemal sevgili neredeydi acaba ah! Elemler içinde kıvranan hayale eyvah! Ne karanlık ve elemli bir hayal idi. Kapalı ve siyah bir matem içinde yine göz kamaştıracak, yine ruh okşayacak latif bir seyir ile Kenan’ın yanına yaklaşacaktı ve gözlerinden yaş yerine bela selleri akan, kalbinden muhabbet nuru yerine ayrılık tufanları coşan Kenan’ın dizleri ucuna oturarak: “Kenan bu karanlık olan gaflet uykusundan hâlâ kendini kurtarmayacak mısın? Hâlâ etrafını saran kâbuslardan nefsini arındırmayacak mısın? Âlemde neler oluyor, neler! Ne fesat planları kuruluyor; ne fitneler icat ediliyor. Artık yeter! Kalk, karşında duran, seni büyük bir üzüntü ve ibretle temaşa eden şu hüzünlü yüzü şöyle dikkatlice bir tetkik et. İstikbal için, o istikbalin sana verdiği ümit için, çektiğin bu kadar meşakkatler, sitemler zannediyor musun ki kısa ve geçici bir zaman has ve kısa bir süre zarfında oluşmuştur? Etrafımız büyük belalarla sarılıyor. Onlardan kendimizi uzak tutmak belki şimdilik elimizdedir. Fakat bu durum gün geçtikçe zevale, yani yokluğa doğru ilerlemektedir. İrademin dışında gelişen hislerim, bana o şer kuvvetin gün geçtikçe planlarını geliştirdiğini söylüyor. Yine benim o hislerim buna karşı, gayret ediniz, ittihat ediniz, sonra pişman olursunuz, elden kaçırırsınız, diyor. O zaman bu ne gaflet, bu ne hâl Kenan?”
O karanlık, çirkin ve elemli hayaller zulmetler içinde yavaş yavaş kaybolup gidiyor. Kenan perişan bir hâlde yatağından fırlıyor. Gözlerini açıp yarı karanlık koğuşun içinde o kötü hayallerini tutmak, onların iç yüzünü anlamak istiyor. Feryada başlıyor. O feryatları o sükûnet içindeki mekânda dalgalanıyor. Müthiş gümbürtüler vücuda getiriyor. Aradan bir iki saniye geçiyor. O can yakan feryatlar ile yataklarından fırlayanlar o biçare gafletzedeyi karşılarında buluyor. İşte o zaman, o hayal, acı, pek acı bir hakikat rengini alıyor. Arkasından yine elemli bir feryat kopuyor. Sonra o hâl tekrar sükûnete eriyor.
İşte Kenan’ın o günkü hazin hâlet-i ruhiyesi! İşte bu görülen ve izahından acze düştüğü bütün bu hadiseler onun bir gece evvel görmüş olduğu rüyası idi. Acaba o görmüş olduğu heybetli heykel kimin timsaliydi? Ne demek istiyordu? Maksadı ne idi? İşte bu noktalar, bu hakikatler karanlık, onun için karanlıktı.
Biz o zulmetli noktaların, o karanlık ve anlaşılmaz sırların, ne gibi manalara geldiğini, tarafsız bir gözle, belki bir dereceye kadar tayin ve idrak edebiliriz. Fakat Kenan bunun ailesiyle ilgili felaketli bir haber olduğuna ihtimal verebilir miydi? Acaba hiç bunu hayaline getirebilir miydi?
Eyvah, eyvah ki suretini aşağıda derç ettiğimiz şu mektup her şeyi açıktan açığa bildiriyordu:
Nur-ı Aynım Oğlum, 2
Bir hafta oluyor ki sana mektup gönderemiyorum. Biliyorum merak edeceksin. Seni bu meraktan kurtarmak güç şey değil. Fakat yazacağım şeylerden korkarım ki mustarip olacaksın. Şu viran gönül hiç senin gurbet ellerinde hasta olmanı, ıstırap çekmeni arzu eder mi? Ya Rabbi ne müşkül mevkide bulunuyorum. Gerçi bu sıkıntılı dertten kurtulmak için her şeyi göze aldırarak şu perişan hâlimi beyan etmek lazım. İşte yazıyorum.
Kenan’ım, nurum, senin buradan hareket ettiğin, yani benden Meliha’dan ayrıldığın gün biz baba kız baş başa vererek ne kadar ağlaşmıştık! Seni ne mertebe sevdiğimi bilirsin. Fakat emin ol ki şimdiki muhabbetimin ulvi derecesini tayin edemezsin. Burada olmamanın bizi bu kadar keder ve elemli bir hâlde bırakacağını bilseydim seni yanımdan ayırır mıydım? Meliha’yı görsen -tabirimi mazur gör çünkü sen de benim bir evladım oldun- ne kadar sarardı, soldu. Eski canlılığı ve neşesi mahvoldu. Ne zaman tesadüf etsem daima düşünüyor. Bazen kitap okuyor, okudukça ağlıyor. Bu gözyaşları şüphe yok ki senin gaybubetinden tevellüt ediyor. Çok şükür Cenabıhak şimdi ona biraz teselli ihsan buyurdu. Yavaş yavaş bu ayrılık ile evet! Öyle genç bir kız için pek tahammülsüz bir ayrılık ile ünsiyet peyda etmeye başladı. Ben bu hâli görünce pek müteselli, müsterih olmaktaydım. Çünkü sen tahsilini tamamlayacak, insanlara ve insanlığa bizden çok, pek çok hizmetler eyleyecek, yararlıklar
2
Gözümün nuru oğlum.