Mesail-i Muğlaka. Ахмет Мидхат
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Mesail-i Muğlaka - Ахмет Мидхат страница 3
Ne o? Yeni olsun, eski olsun kibar âleminde rezaletin bu derecesine hayret mi ettiniz? “İnsan” sıfatına haiz olan bir kimse için… Hatta çingeneler için kepazeliğin bu derecesi tasavvura sığamayacağını mı düşünüyorsunuz? Ya Emile Zola bir tarihçi değil midir? Realizm ve natüralizm mesleğini kendisi benimsememiş midir? Onun kalemi hakikatlere tercüman değil midir? Doğrusunu isterseniz malum zatın eserlerinde binlerce romantiği geride bırakacak hülyaları çok gördüğümüzden biz Emile Zola hakkında yalancı bir edepsiz değil ise hiç olmazsa mübalağacı bir garazkârdır hükmünü on seneden beri vermiştik. Bu hükme önceden vardığımızdan şu Duvillard familyasını bizim Rose Bouton familyası için bir örnek seçtik ise de onu tamamıyla göstermek hususunda ihtiyatlı davrandık. Hani ya ressamlar karşılarına bir model alırlar ama onu aynen kopya etmeyerek yalnız ona bakıp yine kendi zihinlerinde olan hüsnücemali tersim ve tasvir etmezler mi? İşte biz de öyle davrandık.
Efendim! Evvela bizim Madam de Rose Bouton, Emile Zola’nın Baron Duvillard’ı gibi kart değildir. Gençtir. Kadınlık çağının tam kemalindedir. Yaşı yirmi beş ile otuz arasında ama bakışta en dikkatli olanlar bile otuzdan ziyade yirmi beşe yakın olduğuna hükmederler. Güzellikte de Baron Duvillard’dan aşağı kalmaz. Zavallının tarifine göre Madam la Baron Duvillard pek güzel imiş ama güzelliği biraz zarara uğramış. Bizim Madam de Rose Bouton da güzeldi. “Gönül kimi severse güzel odur dünyada.” fetvasına istinat ile “Evet efendim! Madam de Rose Bouton, Madam Duvillard’dan daha güzeldir.” iddiasına çıkışıverecek olan bir adam aleyhinde ve delil gösterme konusunda Emile Zola bile âciz kalır. Ortadan daha yüksecik boyu, geniş omuzları, korse içinde büyümüş olmasından dolayı bittabi ince olan beli, balıketi ve bütün cildinin pembe rengi ile Madam de Rose Bouton3 hakikaten bir gonca gül sayılabilir. Bu renkteki cilde lepiska saçları yaraştıran tabiatın sahibi, o renge, o saçlara da bir çift açık mavi gözleri yakıştırır. Değil mi? Bu tenasüpleri tabiat kadar kim bilir? Bu çehreyi tezyin eden çene, dudaklar, burun, gözler ve ta kulaklara varıncaya kadar uzuvlar arasında bir ressam yalnız bir tenasüpsüzlük bulabilir ki o da burundaki küçüklüktür. Gerçi sair uzuvlara nispetle burun biraz küçük düşmüştür. Fakat tesadüfe bakınız ki bu tenasüpsüzlük bir çirkinlik hasıl etmekten ziyade bir güzellik hasıl etmiştir. Bir zaman bir kadının yanağı altında görmüş olduğum bir iz gibi ki yara iken pek çirkin olduğunu her tabibin her cerrahın teslim edeceği bu eser sanki bir yara değildi de bir gamze idi ki o kadar güzeldi.
İkincisi, hevaperestlik vadisinde Madam de Rose Bouton’un kendisi ile rekabet edecek ve âşığını elinden alacak bir kızı da yoktur. Ne kızı ne oğlu! Madam de Rose Bouton, Paris’in o yeni ve akıllı yosmalarındandır ki bunlar, çocuk doğurmayı taravetlerinin, cemallerinin sonu addederler de onun için doğurmazlar. Kadınlık için fıtri olan bu yegâne tekliften kaçarlar. Bu hâlin neticesini Fransa’nın nüfus istatistiklerinden sorunuz. Her memleketin ve bilhassa Fransa’nın o kadar kin güttüğü Almanya’nın nüfusu bir düzine arttığı hâlde Fransa’nın nüfusu artmayıp hemen hemen gittikçe de eksilmektedir. Bu vatan hainliğinde kocalar da kanun koyan bu adamların şiddetinden yakalarını kurtaramıyorlar. Evet, kocalar da bu işte karılarının işlemiş oldukları bu cinayete ortak oluyorlar. Onların hesapları da bir başka türlüdür. Çocukları çok olursa kendileri vefat ettikleri zaman servetleri bu çok olan varisleri arasında paylaşılacak, payları ve zenginlikleri azalacak diye düşünürler. “Allah akıllar versin!” diye dua mı ediyorsunuz? İşte Allah akıl vermiş ki bu kadar ince bu kadar uzun düşünüyorlar. Böyle faydasız akıllardan Allah’a sığınırsanız o zaman doğru bir iş görmüş olursunuz.
Evet! Madam de Rose Bouton güzeldir. Pek güzeldir. Güzeldir ama bir Şarklı onu görürse korkarız ki o cemale o kadar meftun olmaz. Ama “Şarklı” dediğimiz zaman bu kelimeden bizce maksut olan manaya layık olduğu kadar ehemmiyet vermelidir. Yüzlerce şairin binlerce şiirlerinde tasvir ettikleri gibi, bir Şarklı gönlünün sevgilisi olan kadını öyle mübalağalı kelimelerle tasvir eder ki kendisi için mümkün olmayan bu “kavuşma” da ancak hayalde kalır. Ona varmak, onun bir lütfuna mazhar olmak, onun bir tebessümü için âdeta bin canını feda edeceğini ifade eder. Fakat bu temennileri hep boşa çıkacak ve biçare âşık da:
Can nakdîn alıp satsa visalin hep alırdık,
Müşkül budur ammâ ne alan var ne satan var.
Beytini kalbinin en derinliklerinde hissederek düşünecek ve “Acaba bunları söylemekle ben ona kaba bir söz mü söyledim ya da ben onun kalbini mi incittim?” diye düşünecek ve yine cananına bir şikâyette bulunamayacak ve “Bana bu kadar âşık olmak layık ise sana da bu kadar müstağni olmak layık.” diyecektir. İşte aşk ve kadını bu şekilde telakki eden bir Şarklı, bizim Madam de Rose Bouton gibi bir melihayı böyle görünce, onun yaptıklarını ve ona ulu orta yerde âşık olanları görünce utancından kızarıp duracaktır. İşte bizim Şarklının böyle bir kadını ve aşkı görünce sevmek bir yana, âdeta ondan nefret etmesi ihtimale daha yakın gözükmüyor mu? İhtimal ki, bu zannımız pek az kimseler tarafından tasdik edilecektir. Pek çokları ise bunun hilafına bir reyde bulunacaklardır. Bunlara karşı itirazen arz ederiz ki bu konuda biz, kendi gönlümüzün arzusunu asıl model olarak tercih ettik. Avam tabirince ifade edecek olursak, “şırfıntı” nevinden olan dilberler hiçbir müşahedede tazimkârane bir surette nazarımızı celp edememişlerdir. Bunlar arasındaki farkı “kadın” ile “karı” kelimeleri arasındaki fark gibi bulmuşuzdur.
Evet! Bizim Madam de Rose Bouton pek güzel olmakla beraber pek de aşüfte hâllidir. Âdeta bir aşüftedir. Boyunu posunu, hoş endamını, kaşını, gözünü, bahusus merdane sakalını ve bıyığını gözüne kestirdiği erkeklere öyle bir bakış ile bakar ki hâl ve şanını yukarıdaki fıkrada bir nebze beyan ettiğimiz gibi, bizim gibi cüretsiz Şarklı bir erkek, o tesirli nazar karşısında sadece şaşkınlıkla hayret edecektir. Ayrıca o can yakan bakışa mukavemet edemeyecek ve mağlubane ve mahcubane gözlerini önüne eğmeye mecbur kalacaktır. Kuvvetle ve katiyen temin ederiz ki şu sözleri hakikatleri ifade eden bir muharrir sıfatıyla yazıyoruz. Yani hayalimizi değil, emsalini pek çok gördüğümüz hakikati tasvir yolunda yazıyoruz. Buna ne gerek var ki? Avrupa’yı bihakkın görmüş, tanımış Osmanlılar nadir değildirler ya? Elbette bunların her biri Avrupa’da seyahatleri müddetince bu kabilden birkaç mahluka tesadüf etmişlerdir. Samimi ve mutahassıs dostum Muallim Vambery cenaplarıyla bu yolda olan bir muhaveremde, “Macaristan ve Almanya’nın bazı yerleri müstesna olmak şartıyla ‘pudeur’4 denilen şeyi Avrupa’nın ve bilhassa Fransa’nın büyük şehirlerinde hemen hemen beyhude ararsınız.”
demişti. Bu Fransız kelimesini şu makamda
3
İsminin tercümesi “gonca hâlinde gül” demektir. (y.n.)
4
Fransızca tevazu anlamına gelmektedir.