Osmanoğulları. Ahmet Cevdet Paşa
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Osmanoğulları - Ahmet Cevdet Paşa страница 11
Gerçekten İslam şehirlerinde hutbe ve para, istiklalin birinci alameti idi. Sultan Osman Gazi de kendi adına hutbe okutmuştu. Fakat para bastırmaya vakti olmamıştı. Osmanlı şehirlerinde hâlâ Selçuklu parası geçmekteydi. Yıkılmış bir devletin parasıyla iş yapmak ise istiklal ile bağdaşmıyordu. Askerin, kıyafet bakımından halkın diğer fertlerinden ayrılması da işin icabıydı. O zaman her devletin askeri, başıbozuk ve gelişigüzel toplanmış kalabalıktan oluşuyordu. Osmanlı askeri de o şekilde toplanır ve sevk olunurdu. İslam dininin usulü icabınca eli silah tutan Osmanlılar’ın hepsi asker demekti. İhtiyaç duyulduğunda yeteri kadar asker toplanıp sevk edilirdi. Barış zamanı da onlar ziraat ile uğraşırlardı. Ama memleket genişleyince askerin toplanması ve sevki için hayli zamana ihtiyaç duyuldu.
Kaldı ki o yolda toplanan asker, uzun süre savaş yerlerinde duramazdı. Dursa bile memleketinde ailesi aç kalırdı. Bir de Osmanlı askerinin çoğu akıncı tarzında aşiret atlılarından ibaret idi. Oysaki bir kale fethi için piyadenin süvariden çok işe yaradığı herkesçe bilinir. Bu bakımlardan, asker için yeni kanunlar konulması elzemdi. Bundan dolayı Sultan Orhan Gazi, ağabeyinin bu üç teklifini de kabul ederek, beraberce bu gibi önemli düzenlemeleri yapmak için vezirliği kabul etmesini ısrarla teklif etti. Kete bölgesinden Kodra denen köyü ona mülk olarak verdi. O da milletine karşılıksız hizmetin bir çeşit ibadet olduğunu düşünerek, geçici olarak vezirliği kabul etmek zorunda kaldı. Vezirlik makamına geçti. Devlet idaresini eline aldı.
Paşa, Türkmen dilinde büyük kardeş demekti. Alâaddin Paşa’dan sonra vezir olanların paşa unvanı alması örf ve âdet olmuştur.
Alâaddin Paşa’nın uygun görmesi üzerine yedi yüz yirmi dokuz yılında Sultan Orhan adına dinar, yani altın para ile dirhem ve akçe, yani büyük ve küçük gümüş para basıldı. O vakte kadar askerler aba ve sarı, kırmızı, siyah külah giyerlerken beyaz külah asker için kabul edildi. Yıldırım Bayezid zamanına dek bu nizam devam etti. Onun devrinde beyaz külah, hükümdarın hizmetinde bulunanlara giydirildi. Ötekilere ise kırmızı olanı giydirildi.
Sultan Orhan, divanda ve alaylarda, burmalı tülbent denen sarık giyerdi. Diğer vakitler, altın ve gümüş ile süslü, Mevlevi külahı şeklinde bir başlık giyerdi. Çocukları da aynısını giyerlerdi. Zamanla devlet adamlarına da bu hususta izin verilmiştir.
Piyadenin çoğaltılması için Alâaddin Paşa, Bilecik Kadısı Mevlana Kara Halil ile beraber padişahın önünde bir toplantı yaptı. Görüşme sırasında Türk çocuklarından askerliğe uygun olanların, günde şeri bir dirhemin dörtte biri olan bir Osmanlı dirhemi ulufe ile askere alınmaları kararlaştırıldı. Ulufelerini sefer zamanı alacaklar, savaş bitince de ulufeleri kesilip memleketlerinde ziraat ile uğraşacaklardı, fakat kendilerinden hiçbir vergi alınmayacaktı. Bunu yürürlüğe Kara Halil koyacaktı. O da Türk çocuklarının kuvvetlilerinden, gerçekten savaşa yarayanlarını seçmekte çok dikkatli davrandı.
Böylece ortaya çıkan asker sınıfına “yaya” denildi. Onlara onbaşı, yüzbaşı, binbaşı unvanlarıyla subaylar tayin edildi. Bu asker, az zamanda epey çoğaldı. Fakat savaş ve barış zamanı halka zulmediyorlar ve çeşitli yolsuzluklar yapıyorlardı. Bundan dolayı onları çoğaltmayı bırakıp devşirme usulü kondu.
Valiler ve kadılar eliyle ilk yılda bin kadar Hristiyan çocuğu alınıp mekteplerde ve kışlalarda talim ve terbiye edilerek, askerlik yaşına ulaştıkları zaman kışlalarda oturmak üzere üçer akçe gündelikle asker sırasına sokulurlardı. Savaşlarda esir edilen çocuklara da bu şekilde işlem yapılırdı. Hepsi hizmetlerine göre yükseltildi, gündelikleri arttırıldı. Bu yeni asker ise barış ve savaşta büyük işler görerek, büyük ilerlemelere ve yüksek derecelere kavuşurdu. Bu devşirmelerden pek çok komutan ve vezir çıkmıştır. Mahmud Paşa, Rüstem Paşa, Sokullu Mehmed Paşa gibi büyükler bunlardandır. Bundan dolayı sonraları Hristiyan halk, çocuklarını kendi rızaları ve belki ricaları ile devşirme yazdırmaya başlamışlardır.
İşte bu askere “yeniçeri” denildi. Başları kuvvetli kanunlara bağlanmıştı. Emir ve kanunlara bağlıydılar. “Kırkı bir kıl ile güdülür.” sözü darbımesel olmuştu. Bunlar, aslında Hristiyan çocukları iken İslam âdeti üzere talim ve terbiye olunup, İslam’ın güzelliklerini görerek, vicdani kanaatleri ile İslam dinine geçerlerdi. Hatta bir günde bin Rum’un Müslüman olduğu söylenir.
Kısacası yeniçeriler, İslami fikirlerle büyüyüp terbiye olunan taze Müslümanlar demekti. Müslümanların çoğalmasına ve Osmanlı hamurunun büyümesine sebep olmaktaydılar. Küçüklüklerinden beri talimle ve silah kullanmayı öğrenmekle uğraşırlardı. Birinci derecede eğitilmiş, savaş fenninde usta birer silahşor idiler. Askerlikten başka sanatları yoktu. Daima kışlada otururlardı, her an emre hazır ve düzenliydiler. O zaman başka devletlerde böyle yetiştirilmiş ve her an göreve hazır, daimî asker yoktu. Yeniçeriler, daima kendilerinden kat kat fazla orduları yenerlerdi.
Yeniçeri geleneği icat olunduktan sonra yayalara ulufe bedeli olarak tarlalar ve araziler verildi. Savaş dönüşlerinde ekip biçmeyle uğraşarak devlete hiç vergi vermemeleri kanun oldu. Yine bu şekilde Türk çocuklarından “müsellem” adıyla bir sınıf süvari tertip edildi. Onlara da tarlalar ve araziler verildi. Üstlerine bölükbaşılar ve sancakbeyleri tayin olundu.
İşte Alâaddin Paşa eliyle ve Kara Halil’in yardımıyla konulan ilk esaslı kanunlar bunlardır. Sonra bunlara ilave olarak yapılan kanunlar ve Osmanlı Devleti’nin büyüyen ordusu ile bütün dünyayı nasıl titretmiş olduğu, yeri gelince açıklanacaktır.
İznik’in Ele Geçirilmesi
Karatekin ve Dardağan kalelerindeki muhafızlar, İznik’i sıkıştırdıkları için oranın halkı, bağ ve bostanlarına gidemez olmuşlardı. Kale dışındaki gölden balık avına çıkanlar da o yiğitler tarafından avlanırlardı.
Hâlbuki Hristiyanların Birinci Ruhani Genel Meclisi (konsil) İznik şehrinde toplanmıştı. Bu şehir bir ara kayserin başşehri olmuştu. Rumların gözünde kutsal, muhterem ve meşhur bir şehirdi. Bundan dolayı İznik’e yardım için kayser, denizden bir ordu göndermişti.
Sultan Orhan ise casuslar vasıtası ile evvelce durumdan haberli olarak, ordusu ile İznik üzerine yürüdü. Kayserin ordusunun Yalova’ya çıkıp ileri hareket ettiği haberini alınca, oğlu Süleyman Paşa’yı bir askerî birlikle kayserin ordusuna karşı yolladı.
Süleyman Paşa, karanlık bir gecede kayserin ordusuna baskın düzenleyip onları dağıttı. Komutanı ile bazı subaylarını tuttu ve babasına sundu. O da oğlunun bu zaferinden iftihar duydu. Hemen İznik üzerine yürüdü. Ahalisi zaten uzun süre kuşatılmış olmaktan usanmıştı. Yardımlarına gelen ordunun yenilgisini ve komutanının esir edildiğini görünce tamamen umutlarını yitirerek aman dilediler. Sultan Orhan da aman verdi. İznik tekfuru İstanbul’a gitti.
Ama İznik ahalisi, Osmanlılar’ın adaletini görüp, onların hâkimiyeti altına girmeyi canlarına minnet bilerek hemen Sultan Orhan’ı karşıladılar. İznik Kalesi’ni teslim ettiler. İşte bu suretle Sultan Orhan yedi yüz otuz bir yılında İznik şehrini ele geçirerek Osmanlı memleketlerine