Mister Pickwick'in Maceraları I. Cilt. Чарльз Диккенс

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Mister Pickwick'in Maceraları I. Cilt - Чарльз Диккенс страница 23

Жанр:
Серия:
Издательство:
Mister Pickwick'in Maceraları I. Cilt - Чарльз Диккенс

Скачать книгу

Resmî ceza açıklandığında mahkeme salonu boyunca yankılanan vahşi ve keskin kadın çığlığı şimdi bile kulaklarımı çınlatıyor. O çığlık aşk meleklerinin bile ruhuna, mahkemede suçlu bulunma, ölüme gitmenin bile uyandıramayacağı türden bir korku salmıştır. Suçlunun mahkeme süresince kararlı bir ifadesizlikle kapanmış dudakları titreyip istem dışı açılmış; her gözenekten soğuk terler boşalırken yüzü kül rengini almış; sağlam uzuvları sanık yerinden çekilirken titremişti.”

      “Zihinsel acıyla kendinden geçen acılı anne, önümde kendini dizlerinin üstüne atıp gayretle onu şimdiye kadarki bütün sıkıntılarında destekleyen Yüce Tanrı’ya onu keder ve ızdırap dolu dünyadan salmasını ve tek çocuğunun hayatını bağışlaması için yalvardı. Ardından hayatım boyunca bir daha asla tanıklık etmemeyi umduğum bir keder patlaması ve şiddetli bir mücadele geldi. Kalbinin kırıldığını biliyordum ama ağzından ufacık bir şikâyet ya da mırıltı çıktığını duymadım. O kadının hapishane avlusunda günbegün, hevesle ve gayretle, sevgi ve rica yoluyla inatçı oğlunun taştan kalbini yumuşatmaya çalışması acınası bir görüntüydü. Nafileydi. Oğlan ters, inatçı ve duygusuz olmaya devam etti. Cezasının beklenmedik biçimde on dört yıllık sürgünle değiştirilmesi bile tavrının kasvetli sertliğini bir an olsun değiştirmedi.”

      “Ancak onu bunca zaman ayakta tutan boyun eğme ve katlanma ruhu fiziksel zayıflık ve hâlsizlik karşısında güçsüzdü. Hasta oldu. Oğlunu bir kez daha ziyaret etmek için titrek uzuvlarını sürükleyerek yatağından kalktı ama gücü yetmedi ve âciz biçimde yere düştü.”

      “Genç adamın abartılı soğukluğu ve umursamazlığı işte şimdi sınanıyordu ve bir anda başına gelen bu ilahi adalet onu neredeyse delirtti. Bir gün geçti ve annesi orada yoktu; başka bir gün geçti ve annesi yanına yaklaşmadı; üçüncü akşam geldi ve annesini hâlâ görmemişti. Üstelik yirmi dört saat içinde ondan belki de sonsuza denk koparılmak üzereydi. Ah! Sanki aklını başına getirecekmiş gibi dar avluda bir ileri bir geri koşmaya yeltenmişken eski günlere dair uzun zaman önce unutulmuş düşünceler nasıl da aklına doluştu ve kendi çaresizliğiyle kimsesizliğini nasıl da hissetmişti gerçeği öğrendiğinde! Annesi, bildiği tek ebeveyn bastığı toprağın bir kilometre ötesinde hasta yatıyordu, belki ölebilirdi, özgür ve serbest olsa birkaç dakikada yanı başında olurdu. Kapıya koştu ve çaresizlik hissiyle demir parmaklıklara tutundu, ses çıkana kadar sarstı. Sanki taşta bir geçit açmak ister gibi kendini duvara attı ama güçlü bina zayıf çabalarıyla alay etti ve o da ellerini birbirine vurup çocuk gibi ağlamaya başladı.”

      “Annenin affını ve hayır dualarını hapisteki oğluna taşıdım ve oğlanın ciddi tövbesinin teminatını ve affedilmek için duyduğu hararetli yalvarışını da kadının hasta yatağına taşıdım. Acıma ve merhametle tövbekâr adamın döndüğünde annesini rahat ettirmek ve onu desteklemek için yaptığı bin bir ufak planı dinledim ama biliyordum ki o hedefine ulaşmadan aylar önce annesi bu dünyadan ayrılmış olacaktı. Genç adamı o gece başka yere naklettiler. Birkaç hafta sonra da zavallı kadının ruhu güvenle umuyorum ve kati olarak inanıyorum ki sonsuz mutluluğun ve dinlencenin olduğu bir yere göçtü. Ondan geriye kalanların gömülmesiyle ben ilgilendim. Şimdi kilisemizin küçük avlusunda yatmakta. Mezar taşı yok. Çektiklerini insanlar, erdemlerini ise Tanrı bilirdi.”

      “Mahkûmun nakledilmesinden önce izin verildiği anda annesine mektup yazması durumunda mektubun bana ulaştırılması ayarlanmıştı. Babası, oğlu tutuklandığı anda onu bir daha görmeyi kesin olarak reddetti ve ölmesinin ya da yaşamasının onun için hiçbir fark yaratmayacağını belirtti. Yıllarca ondan tek bir haber alamadım ve sürgününün yarısı bittikten sonra bile ondan haber alamadığımda onun öldüğüne kanaat getirdim hatta neredeyse böyle olmasını umdum bile.”

      “Ancak Edmunds, koloninin çok uzak bir köşesine gönderilmişti ve birkaç mektup göndermesine rağmen hiçbirinin benim elime geçmemiş olması belki de bu duruma yorulabilirdi. On dört sene boyunca aynı yerde kaldı. Cezası bitince eski planına ve annesine verdiği söze istikrarlı biçimde uyarak sayısız zorlukla İngiltere’ye geri geldi ve çıplak ayak memleketine döndü.”

      “Ağustos ayının güzel bir pazar akşamı John Edmunds, on yedi yıl önce utanç ve rezaletle terk ettiği köye ayak bastı. En kısa yol kilise avlusundan geçiyordu. Çitleri aşarken duygulandı. Dalları batmakta olan güneşi yansıtarak yer yer gölgelik kısımları aydınlatan yaşlı ve uzun karaağaçların yanından geçerken aklına çocukluk günleri geldi. O zamanki hâli gözünün önüne geldi, annesinin eline asılmış huzur içinde kiliseye yürürkenki o hâli. Başını kaldırıp nasıl da annesinin solgun yüzüne baktığını, annesi ona bakarken nasıl da gözlerinin dolduğunu ve onu öpmek için eğildiğinde sıcak damlaların alnına damlayıp o yaşlarının ne kadar da acılı yaşlar olduğunu bilmemesine rağmen nasıl onu da ağlattığını hatırladı. O yoldan çocuksu bir oyun arkadaşıyla nasıl koştuğunu ara sıra annesine bakıp nasıl onun da gülümsediğini gördüğünü ya da narin sesini duyduğunu hatırladı ve sonra gözünün önünden bir perde kalkar gibi oldu, nezaket dolu sözler karşılıksız kalmış, uyarılar küçümsenmiş, sözler tutulmamıştı ve bu düşüncelerle kalbi neredeyse duracak ve dayanamayacak gibi oldu. Kiliseye girdi. Akşam vaazı bitmişti ve cemaat dağılmıştı ama kilise henüz kapanmamıştı. Adımları alçak binada derin bir sesle yankılanınca neredeyse yalnız olmaktan ürktü zira içerisi o kadar sakin ve sessizdi ki. Etrafına baktı. Hiçbir şey değişmemişti. Mekân eskisinden daha küçük görünüyordu ama çocukluk merakıyla belki de binlerce kez baktığı anıtlar, solmuş yastığıyla ufak vaiz kürsüsü; çocukken saygı gösterdiği ancak adam olunca unuttuğu On Emir’i önünde sıklıkla tekrarladığı cemaat masası. Eskiden oturduğu yere yaklaştı, soğuk ve ıssız görünüyordu. Yastık kaldırılmıştı ve İncil orada değildi. Belki de annesinin oturduğu yer değişmişti ya da belki de zayıf düşmüştü ve kiliseye tek başına gelemiyordu. Aklına gelenin başına gelmesinden korkuyordu. İçine bir ürperti geldi ve arkasını dönerken şiddetli biçimde titredi. Kilise verandasına ulaştığında yaşlı bir adam içeri girmekteydi. Edmunds adamı çok iyi tandığından irkildi, onu defalarca kilisede mezar kazarken görmüştü. Geri dönen mahkûma ne derdi?”

      “Yaşlı adam bakışlarını yabancının yüzüne kaldırdı ve ona “iyi akşamlar.” dedikten sonra yürümeye devam etti. Kim olduğunu unutmuştu.”

      “Adam tepeden gerisin geriye inip köyde yürümeye başladı. Hava sıcaktı ve insanlar ya kapılarının önüne oturmuş keyif yapıyor ya da yanından geçtiği bahçelerinde yürürken akşamın sakinliğini ve o günlük işin bitmesinin tadını çıkarıyorlardı. Pek çok bakış çevrilmişti ona ve o da iki tarafa birden bakarak kimse onu tanımış mı ya da dışlıyor mu diye anlamaya çalışıyordu. Neredeyse her evde tanımadık yüzler vardı; kimi yüzde hayal meyal eski bir okul arkadaşının yüzünü gördü, onun en son gördüğünde o da çocuktu şimdi etrafı neşeli çocuklardan oluşan bir orduyla çevriliydi kimi evin önünde, kapısının önünde zinde ve sağlıklı işçiler olarak hatırladığı, sallanan sandalyesiyle oturmuş çelimsiz ve hastalıklı yaşlı adamlar gördü ama hepsi onu unutmuştu, o yüzden bilinmeyene doğru yürümeye devam etti.”

      “Eski evin önünde, uzun ve yorucu yıllar boyu süren mahkûmiyet ve acı sırasında büyük bir özlemle hatırladığı çocukluk evinin önünde dururken batmakta olan güneşin son narin ışığı da toprağa düşmüş, sarı mısır demetlerine

Скачать книгу