Sefiller II. Cilt. Виктор Мари Гюго
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Sefiller II. Cilt - Виктор Мари Гюго страница 29
Aslında onun hakkında belki de bazı hususlarda eksik kaldığımız yönler olmasına rağmen belirttiklerimiz doğrultusunda Kral’ın bariz olarak bazı suçları hafifletilebilirdi. Onun en büyük hatası Fransa adına fazlasıyla kibir yoksunu bir tavır benimsemesiydi. Peki bu durum nereden kaynaklanmaktaydı? Biraz da bu konudan bahsedelim şimdi. Louis Philippe bir kraldan çok, baba gibi davranan bir devlet adamıydı. Hanedan kurmak isteyen biri, her şeyden çekinir ve tedirgin edilmek istemez. Geçmişinde 14 Temmuz gibi talihli bir geleneği ve yine Austerlitz gibi şanlı bir zaferi olan halk, onun bu çekingenliğini işte bu yapısından dolayı küçümsüyordu. Bununla birlikte ilk kati görevi olan ulusuna sahip çıkmayı, genel anlamda halkına borçlu olduğu ödevleri gerçekleştirmek yerine; daha çok ailesine bağlı olması ve onlara olan düşkünlüğü, halk tarafından asla bağışlanamıyordu. Elbette ki ailesi onun bu sevgisine layık insanlardı; aralarında oldukça erdemli ve bilgili insanlar vardı, hatta öyle ki kimi zaman akrabalar arasında erdemler ve yetenekler bile yarıştırılıyor denilebilirdi. Louis Philippe’in kızlarından biri Prenses Marie d’Orléans, ailenin adını sanatçılar defterine yazdırmıştı. Tıpkı yıllar öncesinde yaşayan atalarından Charles d’Orléans’ın adını ozanlar arasına yazdırması gibi. Genç Prenses, ruhunu mermer bir heykele yansıtmış ve buna Jeanne D’arc ismini vermişti. Kral’ın oğullarından ikisi de o kadar üstün kimselerdi ki ünlü diplomat Metternich onlar için: “Bu prensler çok nadir yetenekleri olan, olağanüstü prenslerdir.” demişti.
Okuyucularımıza hiçbir şeyi abartmadan veya göz ardı etmeden, yalın bir dille Louis Philippe’in asıl karakterini yansıtmak istedik ve onu ne övmeye ne de yermeye gerek duyduk. İşte 1830 yılında bu özelliklerinin tümü, Louis Philippe için bir talih oldu. Hiçbir zaman bir bireyle bir olay arasında böyle bir uyum kurulmamıştır, biri diğerinin içine girmiş gibiydi ve cisimleşme gerçekleşti. Louis Philippe demek, insan biçimini alan 1830 yılı demekti. Üstelik, onu tahta yakıştıran bir özelliği daha vardı: Sürgün. O yurdunun dışına atılmış, yoksul ve serseri biri gibi yaşamış, geçimini emeğiyle sağlamıştı. Fransa’nın lüks içerisinde yaşayan zenginlerinden olan bu zat, sürgün edildiği dönemlerde İsviçre’de atını dahi satmak zorunda kalmıştı. Reichenau’da geçimini sağlamak için matematik dersleri vermiş; kız kardeşi Adélaide terzilik etmiş, nakışlarını satmıştı. Dumouriez’nin yoldaşı, Lafayette’in arkadaşı olmuştu. Jakoben Kulübünün üyesiydi. Mirabeau onun omuzlarını okşamış, Danton kendisine: “Genç adam!” diye seslenmişti. 93 yılında, henüz Mösyö de Chartres ismini taşıdığı günlerde, Konvansiyonun karanlık bir locasında oturmuş ve XVI. Louis’nin yargılanmasına seyirci olmuştu. Devrimin kahrolası öngörüleri hanedanlığını seçtiği Kral’la, Kral’ı ise kendisinin yönettiği hanedanlığıyla mahvettiğinden insanlık bu noktada tamamen göz ardı edilmişti. Meclis mahkemesinin o büyük fırtınasında, öfkeli halkın Kral’a yönelttiği sorular ve suçlamalar, ne diyeceğini bilemeyen Capet’nin perişanlığı, kraliyetin başının bu karanlık solukta sallanışı, suçlayanların ve suçlananın masumiyeti hiçbir suretle umursanmamıştı. Louis Philippe bütün bu yıkıntıları bir seyirci gibi izlemiş ve sonunda Tanrı’nın adaleti kadar şaşmaz olan halkın adaletine tanık olmuştu. İhtilalden edindiği izlenim unutulmayacak ölçüde etkili olmuş, bu sonsuz adaletin günün birinde gerçekleşmesi kendisinde saygıyla karışık bir korku duygusu yaratmıştı; bu durumdan öylesine etkilenmişti ki sürgün edilmeden önce bir tanık huzurunda Meclisin alfabetik listesindeki kurucu azaların isimlerini ezberinden okumayı bile başarmıştı.
Louis Philippe, karanlık tarafı olmayan bir “aydınlıklar kralı” oldu. Onun egemenlik sürdüğü yıllarda basın özgürlüğü olduğu gibi parlamento özgürlüğü, vicdan ve konuşma özgürlüğü vardı; Eylül Yasaları gayet açık ve anlaşılırdı. Aydınlığın ayrıcalıklar üzerindeki olumsuz etkilerini bilmesine rağmen tahtını sürekli aydınlıkta tuttu. İşte sırf bu yüzden tarih onun bu yönünü hiç unutmayacaktır. Sahneye çıkan bütün tarihî isimler gibi Louis Philippe de bugün insani vicdan tarafından yargılanmaktadır. Ancak henüz başlangıç aşamasında olan duruşmasının nihayetlendirilmesi için çok erkendir. Katı bir eleştirmen olan tarihçi Louis Blanc bile ilk yargısını bu konuda yumuşatarak ifade etmiştir. Louis Philippe aslında 221’ler ve 1830 yılı tarafından seçilmiş bir kraldı. Yani yarım bir Parlamento ile yarım bir devrim tarafından göreve getirilmişti. Yine de felsefenin ileri görüşüyle, biz onu mutlak demokrasi ile yargılamayı kendisine bir borç biliyoruz ve bu konuda dikkatli davranılması gerektiğini önemsiyoruz. Bu konuda ilk olarak kişisel hak gözetilmeli, sonra halkın hakkı mutlak suretle göz önünde bulundurulmalıdır. Bunlardan sonra Louis Philippe’i bir insan olarak inceleyecek olursak, onun tarihteki en iyi krallardan biri olduğunu da söylemek zorundayız. Onun tek suçu kral olmaktı aslında. Louis Philippe’den krallığını çekip alacak olursak, ondan geriye sadece insan kalacaktır. Ve gerçekten de hiç kimse onun insanlığı hususunda olumsuz bir şey söylemeyecektir.
Görevi başındayken çoğu zaman büyük sıkıntılar içerisinde Avrupa diplomatlarıyla tartıştığı uzun toplantı saatlerinin sonunda odasına çekildiğinde dinlenmek yerine kendisini yine dosyalara verir, dinlenmeyi ya da biraz uyumayı dahi düşünmeden çalışmaya devam ederdi. Elindeki dosyaları inceleyerek bir cinayet davasını araştırmakla, masum birini ipten kurtarmanın, Avrupalı diplomatlara meydan okumaktan daha iyi bir iş olduğuna inanırdı. Bir suçsuzu celladın elinden kurtarmak için Adalet Bakanı’yla tartışmadan çekinmez, kurbanlarını çekip almak için savcılarla sert biçimde kavga ederdi. Kral, savcılar için “hukuk soytarıları” derdi. Öyle anlar gelirdi ki kimi zaman incelediği dosyalar masasının üzerini doldurup taşırırdı. Hiçbirini ihmal etmez, önemli ya da önemsiz diye ayırmadan hepsini sırayla incelerdi. Mutsuzların canlarının kendi elinde olduğunu düşünmek onun için azaptı. Günün birinde, yine sözüne güvenilir ve az önce söz ettiğimiz o tanığa şöyle demişti: “Bu gece yedi can kurtardım.” Tahta gelmesinin ardından ilk yıllarda idam cezasını kaldırmış; onun ardından tekrar kurulan darağacı, Kral’a karşı gösterilen ilk terör eylemi niteliğini taşımıştı. İdamların infaz edildiği o Grève Meydanı yok olunca bu kez soylulara uygun olabilecek yeni bir idam meydanı kurulmuş, buna da “Saint-Jacques Kapısı” ismi verilmişti. Basit görüşlere sahip olan siyasi adamlar hemen yasal bir giyotine ihtiyaç duymuşlar, bunu şehirli soylularının tutucu tarafında olan Casimir Périer’nin bir tutkusunun gerçekleştirilmesi olarak kabullenmişlerdi. Louis Philippe, Beccaria’yı şöyle yorumlamıştı: “Keşke yara alsaydım, onu affederdim!” Bir seferinde ise bakanlarının