Sefiller II. Cilt. Виктор Мари Гюго
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Sefiller II. Cilt - Виктор Мари Гюго страница 43
Cosette, daha çocukken manastırdan ayrılmıştı; on dört yaşından biraz daha büyüktü ve tam da nankörlük yapabilecek yaştaydı. Gözleri dışında güzelden çok, sade bir görünüme sahip olduğunu daha önce söylemiştik. Çirkin bir yüzü yoktu ama aynı zamanda beceriksiz, zayıf, ürkek ve cesurdu; kısacası yetişkin bir küçük hanımefendiydi artık. Eğitimi bitmiş yani ona din, hatta ve hepsinden önemlisi bağlılık öğretilmişti, sonra da “tarih”. Yani manastırda, coğrafyada, gramerde, havarilerde, Fransa krallarında, biraz müzikte, biraz çizimde vb. gerekli olan tüm bilgilerin eğitimi verilmişti ama diğer tüm açılardan bakıldığında tamamen cahildi; bu ise onun gibi genç bir kız için büyük bir çekicilik ve tehlikeydi elbette. Bir genç kızın ruhu karanlıkta kalmamalıdır; daha sonra, karanlık bir odada olduğu gibi orada çok ani ve çok canlı seraplar oluşur. Gerçeklerin sert ve doğrudan ışığıyla değil, yansımasıyla nazikçe ve gizlice aydınlanmalıdır bu saf ve el değmemiş kalp. Çocuksu korkuları dağıtan ve düşmeleri önleyen, yararlı ve zarif, sade bir yarı ışık. Annelik içgüdüsünden, bakirenin anılarından ve kadının deneyimlerinden oluşan bu yarı ışığın nasıl yaratılacağını ve nelerden oluşması gerektiğini bilen, o hayranlık uyandıran sezgiden başka bir şey yoktur. Bu içgüdünün yerini hiçbir şey tutamaz. Bir genç kızın ruhunun oluşmasında dünyadaki bütün rahibeler bir anne kadar değerli değildir. Cosette’in annesi yoktu. Sadece çoğul olarak birçok annesi olmuştu. Jean Valjean’a gelince o gerçekten de tam bir sevecenlik, tam bir babacanlık örneğiydi ama o sadece yaşlı bir adamdı ve bu tür konularda hiçbir şey bilmiyordu.
Şimdi bu eğitim işinde, bir kadını hayata hazırlamanın bu vahim meselesinde, masumiyet denen o engin cehaletle savaşmak için hangi bilim gereklidir? Hiçbir şey genç bir kızı tutkulara manastır gibi etkili hazırlayamaz.
Manastır, düşünceleri bilinmeyene doğru çevirir. Bu şekilde kendi üzerine atılan kalp, taşamayacağı için kendi içinde aşağı doğru çalışır ve genişleyemediği için derinleşir. Bu nedenle vizyonlar, varsayımlar, olasılıklar, romansların ana hatları, macera arzusu, fantastik yapılar, tamamen zihnin içsel belirsizliğinde inşa edilmiş binalar ve açık kapılar izin verir vermez tutkuların derhâl bir yer buldukları kasvetli ve gizli meskenler, kendileri için gizemli kapılarını bu saf ruhlara sunar. Manastır, insan kalbini yenmek için tüm yaşam boyunca sürmesi gereken bir sıkıştırmadır.
Cosette manastırdan ayrıldığında Plumet Sokağı’ndaki evden daha tatlı ve tehlikeli bir şey bulamamıştı. Özgürlüğün başlamasıyla birlikte yalnızlığı yine de devam etmişti, kapalı bir bahçe ama buruk bir yalnızlık vardı hayatında; zengin, şehvetli ve mis kokulu bir doğa; manastırdakiyle aynı rüyalar ama genç adamların bakışları ile parmaklıkların arkasından açılan yeni ve farklı bir dünya! Yine de oraya vardığında tekrar ediyoruz, o daha hâlâ bir çocuktu. Jean Valjean, bu bakımsız bahçeyi ona verdi. “Onunla ne istersen yap.” dedi ona. Bundan büyük bir zevk alan Cosette; tüm öbekleri ve taşları söküp bahçeyi kötü otlardan temizledi; içinde hayal kuracağı zamanı beklerken işte bu bakımsız bahçeyle oyalandı. Bu bahçeyi, çimenlerin arasında ayaklarının altında bulduğu böcekler için severken başının üstündeki dalların arasından görebileceği yıldızlar için de seveceği günü bekledi.
Sonra babasını yani Jean Valjean’ı tüm ruhuyla, iyi adamı kendisine sevgili ve çekici bir arkadaş yapan masum bir evlatlık tutkusuyla sevdi. Mösyö Madeleine’in iyi bir okuma alışkanlığı olduğu okurlarımız tarafından hatırlanacaktır. Jean Valjean bu alışkanlığından hiçbir zaman vazgeçmedi; kendisini, kendiliğinden geliştirdiği gerçek ve alçak gönüllü bir zihnin gizli zenginlikleri ile belagatine sahip olarak çok iyi bir sohbet arkadaşı da olmuştu. Nezaketini süsleyecek kadar kelimelerinin keskinliğini korudu; aklı kaba bir biçimde işlese de kalbi pamuk kadar yumuşak bir ihtiyar adamcık hâline geldi. Lüksemburg Bahçesi’ndeki konuşmaları sırasında, okuduklarından ve ayrıca çektiklerinden yola çıkarak ona her şeyin açıklamasını yaptı. Onu dinlerken Cosette’in gözleri belli belirsiz şaşkınlıkla açıldı. Bu basit adam her ne olursa olsun Cosette’in yüreğinde yeterince büyük bir yere sahipti; onun bütün özelliklerini, olduğu hâliyle seviyordu genç kız.
Bahçesinde kelebekleri kovaladıktan sonra nefes nefese yanına gelir ve “Ah! Nasıl da koştum ve yoruldum!” der, babasının yanına otururdu. Jean Valjean da onu alnından öperdi. Cosette bu iyi yürekli adama hayrandı. Her zaman onun peşindeydi. Jean Valjean’ın olduğu yerde mutluluk da vardı. Jean Valjean ne köşkte ne de bahçede yaşıyordu; taş döşeli arka avluda, çiçeklerle dolu duvardan ve hasır koltuklarla döşenmiş küçük kulübesinde, önünde püsküllü basit sandalyelerin durduğu ve goblen perdelerin asılı olduğu büyük oturma odasında zaman geçirmekten daha fazla zevk alıyordu. Jean Valjean zaman zaman da bu çok sevdiği biricik kızını kızdırmaktan da hoşlanırdı:
“Kendi odanıza gidin! Beni biraz yalnız bırakın!” derdi. Kızı da babasının odasına geldiğinde çok zarif olan o sevimli ve şefkatli azarlamayla ona naz yaparak babacığının durumunu düzeltmeye çalışırdı: “Baba, odanızda çok üşüyorum; neden burada bir halınız ve bir sobanız yok?”
“Sevgili çocuğum, benden daha iyisini hak eden ve başının üstünde bir çatısı bile olmayan o kadar çok insan var ki.”
“O zaman neden odamda yanan bir soba ve gerekli olan her şey var?”
“Çünkü sen bir kadın ve bir çocuksun.”
“Ah! Erkekler soğukta mı yaşamalı yani, hasta olmak için mi?”
“Bazı erkekler diyelim.”
“Bu iyi, buraya o kadar sık geleceğim ki ateş yakmak zorunda kalacaksınız.”
Sonra yine tatlı nazlarına devam ederdi: “Baba, neden böyle korkunç bir ekmeği yiyorsunuz?”
“Çünkü kızım…”
“Tamam, eğer siz onu yiyorsanız ben de ondan yerim sadece.”
İşte o zaman Jean Valjean biricik kızına kıyamaz ve Cosette’in siyah ekmek yemesini engellemek için o da onunla birlikte beyaz ekmek yemek zorunda kalırdı. Cosette’in çocukluğuna dair kafasını karıştıran bir anısı vardı. Hiç tanımadığı annesi için sabah akşam dua ediyor, bazı düşünceler sürekli olarak aklına takılıyordu. Thénardierler bir rüyada iki iğrenç figür olarak onun karşısına çıkıyordu. Bir gün, bir gece, bir ormana su getirmeye gittiğini ve Paris’ten çok uzakta olduğunu hatırlıyordu. Bir uçurumda yaşamaya başlamış ve onu bu uçurumdan Jean Valjean kurtarmış gibi geliyordu sürekli ona. Çocukluğu; çevresinde kırkayaklardan, örümceklerden ve yılanlardan başka hiçbir şeyin olmadığı bir zamanın kötü duygularını uyandırıyordu onda. Akşam uykuya dalmadan önce düşüncelere daldığında Jean Valjean’ın kızı ve onun, kendisinin babası olduğu konusunda net bir fikri olmadığı için annesinin ruhunun o iyi adama geçtiğini ve bu adamın bedeni üzerinden onun yanına geldiğini, hatta yanında oturduğunu düşünürdü. Oturunca yanağını onun beyaz saçlarına yaslar ve sessizce gözyaşı dökerek kendi kendine: “Belki de bu adam benim