Mutfak Çıkmazı. Yücel Tahsin
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Mutfak Çıkmazı - Yücel Tahsin страница 4
“Posta!”
Postacı bir mektup verdi eline. İlyas’ın içinden küfretmek geldi. Öfkeyle kapadı kapıyı. Odasına dönüp ışığı açtı. Hep birbirine benzerdi memleket mektupları, hepsi bir örnek olurdu! Her akraba birkaç satır yazardı. “Sana güvenimiz sonsuz,” derlerdi. “Sana güvenimiz göğe kadar…” Gene öyle diyorlardı işte. Divitoğlu esnedi. Anası da övgülere boğardı onu. “Akıllı oğlum,” derdi, “herkesin en akıllısı.” “Ulu Tanrı Sultan Süleyman Efendimizin saltanatını versin sana, Nuh Peygamberimizin ömrünü versin, biricik İlyas’ım,” derdi. Gene aynı şeyler yazılıydı mektupta. Divitoğlu esnedi. Paranın eksileceğini de hep Yusuf Amca bildirirdi. Divitoğlu gene esnedi. Her şey önemsizdi şimdi gözlerinde, beyni boşalmış gibiydi. Uçsuz bucaksız bir umutsuzluk çöreklenmişti yüreğine. Bir de ilgisizlik. Gaz sobası kokmaya başlıyordu. Odadan çıkarıp söndürdü.
Sonra soyundu.
Ertesi gün, uyanır uyanmaz, fırlayıp kalktı yatağından. Sonra kendi yaptığına kendisi şaştı: ne zamandır böyle kalkmamıştı hiç! Emel’i sevmeye başlayalı beri, kalkmak güç oluyordu sabahları, kalkmamak, gözlerini açmamak, Emel’i düşünmek hoş oluyordu.
Ama artık Emel yoktu. Masanın başına oturdu. Üşüdü. Sobayı yakmak istedi. Gaz yoktu. Gene oturdu. Yüzünü avuçlarına aldı. Sırtını kamburlaştırdıkça kamburlaştırdı. Gözlerini çıplak duvara dikti. Dakikalarca oturdu. Yavaş yavaş bir titreme aldı bedenini. Dişleri birbirine vurdu. Parmaklarında bir büzülme duydu. Yatağına baktı. Yatak bozuktu, çarşaflar kirliydi. Başını çevirdi. Giyindi. Dışarıya çıktı.
Dışarıda sulusepken kar yağıyordu. Yel de çok sert esiyordu. Ama Divitoğlu aldırmadı. Soğuğun, yağmurun, karın önemi yoktu. Yatağına baktığı zaman bir garip tiksinti başlamıştı içinde. Şimdi, sokaklarda yürüdükçe, büyüyordu, her şeye, her yere uzanıyordu. Her şeyi, her yeri kaplamaya başlıyordu. En kötüsü, en korkuncu buydu, bu tiksintiydi. Havaya karışmış bir zehir gibiydi, soluğunu kesiyordu. Bir kahveye girdi, kendi hallerinde insanlar gördü, hemen çıktı. Bir muhallebiciye girdi, orada da duramadı. Bir yerlerde duramıyordu. Kaçmak geliyordu hep içinden. Nereye kaçacağını bilmiyordu. Düşünmüyordu da. Bilse bile, düşünse bile kaçamazdı: güçsüzdü, zorlukla sürüklüyordu ayaklarını. Gelip geçen insanlara hışımla, sonsuz bir kinle bakıyordu. Sessiz, zararsız insanlardı hepsi de, kar altında koşuyorlardı. Hiç kimseye zararları dokunmuyordu. Ama şimdi Divitoğlu her şeyden tiksinmekteydi. Güven duygusunu, iyilik, kardeşlik, dostluk duygusunu iyiden iyiye silmek istiyordu içinden. Bir kez aldatılmıştı. Daha fazla aldatılmak istemiyordu. Hiçbirine güvenmiyordu insanların, hiçbirini sevmiyordu. Damla damla göklerden inip çukurlarda toplanan, toplandıkça, birleştikçe çirkinleşen, kirlenen, sel olup köylere inen, hayvanları, çocukları, bitkileri pisliğinde sürükleyip öldüren, soysuzlaşmış sulara benzetiyordu onları. “Her şeyi kirlettiler,” diyordu ikide bir.
Bir simitçi gördü. Bir tıfıl çocuktu simitçi. Islak yüzü tertemizdi. Canı simit istedi Divitoğlu’nun. Cüzdanını çıkarınca yeri yokken tüm parasını dikkatle saydı. Parası çok azalmıştı. Tiksintisi daha da kabardı. “Bu da onların yüzünden,” dedi dişlerinin arasından. “Hepsi kör,” diye söylendi. Hepsi kördü, hepsi suçluydu: zorbaları alkışlayan onlardı, kötüleri el üstünde tutan, göklere çıkaran onlardı, iyileri, zayıfları, iyiliği, zayıflığı sinekler gibi ezen onlardı. Bu dünyayı onlar bu duruma getirmişlerdi, bu kent, bu sokak, bu pis kaldırım, bu iğrenç havayı onlar bu duruma getirmişlerdi. Belki de hepsi Emel’di. Hiç değilse Emel’dendi hepsi de, hepsi de Emel’in çirkin bir gölgesiydi. Emel’i sevdiği söylenemezdi şimdi, şimdi hiç kimseyi sevmiyordu. Azıcık sevgisi varsa kendi kendineydi. Sağlam bir inanç vardı içinde, iyiden iyiye duyuyordu: bunlardan, bu insanlardan değildi kendisi. Belki böndü, budalaydı, belki değersiz bir kişiydi, ama bunlardan değildi, yabancısıydı hepsinin. Onlar arasında harcadığı çabaları, onlarla geçirdiği saçma sapan günleri düşündükçe kendi kendine de kızıyordu. Şimdi eski düşlerini bile hor görmekteydi. Yargıtaya üye olacaktı da ne olacaktı sanki? Kimlere çalışacaktı? Beyinleri, yürekleri çamurlaşmış, içinden pazarlıklı insanlara mı?.. “Deliymişim!” dedi kendi kendine. Gene kaçmak geldi içinden, başsız, sonsuz, delidolu bir istek, arkasından itti durdu. Issız sokaklara saptı, serseriler gibi dolaştı. Bir insan gördü mü başını çevirdi, görmek istemedi. Midesi bulanıyordu.
Akşam oldu. Kar yağmura çevirdi. Divitoğlu yorulmuş, bütün gücü tükenmişti, her adımda sarhoş gibi sallanıyordu, düşüp bayılacaktı nerdeyse. Gene de dişini sıktı, dolaşıp durdu yağmurun altında. İliklerine kadar ıslandı. Sonra karanlık bastırdı. Divitoğlu biraz durakladı mı, bir saçak altında azıcık dinlenmeye kalktı mı Emel’i düşünmeye başlıyordu elinde olmadan. Onu düşünmekten, ona seslenmekten korkuyordu, bunun için bir yerlerde durmuyordu, ama en sonunda dayanamadı: soğuk bir duvara yaslandı. Yüzündeki suları sildi. Emel’den çok yalnızlığı, yorgunluğu, açlığı duydu bu kez. Sonra ılık bir özlem uyandı içinde, yağmurlu gökler gibiydi, bulanıktı, kimeydi, neyeydi, nedendi, bilmiyordu. Başını yukarı kaldırdı birden. Camı açık bir pencere gördü. Pencerede bir genç adam sigara içiyordu. Divitoğlu sigara içen adamı kıskandı. Sonra birden şaşkınlıkla gözlerini ayırdı. “Hay Allah, Murat bu!” diye söylendi. Karşıya geçti…
Murat şaşkınlıktan donakaldı. Konuşamadı bir zaman.
“Bu ne hal, İlyas?” dedi neden sonra. “Ne oldu böyle sana?” dedi. Boynuna sarıldı. Mosmor yüzünü öperken ağzını kokladı. O zaman daha çok şaşırdı: ağzı içki kokmuyordu Divitoğlu’nun. Divitoğlu öyle sık sık, sırılsıklam içenlerden değildi ki! Varsa yirmi dört saatlik bir açlık kokusu vardı ağzında, başka koku yoktu.
“Gel, durma, gel, otur şöyle,” dedi Murat. “Ayakların çok ıslanmış, çıkar kunduralarını. Şu terlikleri giy hemen. Çoraplarını da çıkar. Oho! Sucuk gibi ıslanmışsın sen! Pantolonunu da çıkar. Dur, sana pijama getireyim,” dedi.
Murat söyledi, o yaptı. Sonra büzülüp oturdu. Suçlu çocuklar gibi önüne bakıyordu. Belki Murat’a da kızıyordu…
“Sende bir şeyler var,” dedi Murat. “Merak ettim, çabuk söyle: ne oldu? Emel’le mi bozuştun?”
Divitoğlu içini çekti.
“Emel yok artık,” dedi. Yalnızdı da kendi kendine söyleniyordu sanki. “Emel yok artık,” diye yineledi.
Murat koltuğunu değiştirdi, daha çok yaklaştı.
“Neden?” diye sordu. “Ne yaptı, ne diye kızdırdı seni? Yoksa sen mi bir şey yaptın, sen mi onu küstürdün? O küstüyse hiç aldırma, barışırsınız. Böyle şeylerden anlarım. Emel’i de iyi tanırım, çok sever seni. Hiç kendini üzme,” dedi.
Divitoğlu umutsuzca başını salladı.
“Beni beğenmiyor,” diye söylendi, ağlıyordu sanki. “Bitti artık, o iş bitti: beni istemedi. Bu konuyu kapatalım, bir daha da açmayalım, olur mu?” dedi.
Murat da dediği gibi yaptı. Anlayışlı çocuktu, başka şeylerden söz etti. Art arda nükteler yaptı, fıkralar sıraladı,