Kehanet Gecesi. Пол Бенджамин Остер
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Kehanet Gecesi - Пол Бенджамин Остер страница 11
“Neydi bu nitelikler?”
“Özel bir şey yoktu. Mavi Takım’ın üyeleri tek tip değildi, her biri farklı ve bağımsız bir kişiydi. Ama espri anlayışı olmayanı almıyorlardı, bu anlayış kendini nasıl gösterirse göstersin. Bazı insanlar durmadan espri yaparlar, kimileriyse doğru anda bir kaşlarını kaldırırlar ve odadaki herkes bir anda gülmekten yerlere yuvarlanır. İyi bir mizah anlayışı, hayatın cilvelerinden zevk alma ve tuhaf olanı anlama. Ama aynı zamanda alçakgönüllü ve ağzı sıkı, başkalarına karşı düşünceli, gönlübol olması da gerekiyordu adayların. Kendini beğenmişler, kibirliler, yalancılar ve hırsızlar alınmıyordu. Mavi Takım’ın üyesi meraklı olmalıydı, kitap okumalı ve dünyayı kendi istediği kalıba girmesi için zorlayamayacağını bilmeliydi. Akıllı bir gözlemci, ahlaki ayrımlarda bulunabilecek, adalet aşkı taşıyan biri olmalıydı. Mavi Takım’ın üyesi, ihtiyacın olduğunu görünce sırtından gömleğini çıkarıp sana verebilmeliydi, ama bunu yapmak yerine sen başka yana bakarken cebine on dolar sokmayı yeğlerdi. Anlatabiliyor muyum? Sana bunu kesin çizgilerle anlatamam, şöyledir ya da şöyledir, diyemem. Hepsinin bir toplamıdır, her bir nitelik karşılıklı olarak ötekileri etkiler.”
“Senin tanımladığın, iyi bir insan oluyor. Saf ve yalın. Babam böylelerine dürüst adam, derdi. Betty Stolowitz, mensch, der. John ise, öküzün teki değil, der. Hepsi aynı kapıya çıkıyor.”
“Belki. Ama Mavi Takım adı benim daha çok hoşuma gidiyor. Üyeler arasındaki bağı, tutarlılık bağını çağrıştırıyor. Mavi Takım’daysan ilkelerini açıklaman gerekmez. Senin nasıl davrandığına bakılarak hemen anlaşılır bunlar.”
“Ama insanlar hep aynı biçimde davranmazlar. Şimdi iyidirler, bir dakika sonra kötü. Hata yaparlar. İyi insanlar da kötü şeyler yaparlar, Sid.”
“Yaparlar tabii. Ben kusursuzluktan söz etmiyorum ki.”
“Ediyorsun. Başka insanlardan daha iyi olduklarına karar vermiş olan kişilerden söz ediyorsun, bunlar ahlaki açıdan sıradan insanlardan üstün hissederler kendilerini. Bahse girerim ki arkadaşlarınla senin gizli bir tokalaşma usulünüz vardı, değil mi? Sizi öteki ayaktakımından ve aptallardan ayırsın diye, haksız mıyım? Başka kimsenin kafası ermediği için sahip olamadığı bir bilgiye sahip olduğunuza sizi inandırsın diye.”
“Aman Tanrım, Grace. Yirmi yıl öncesinde kalan önemsiz bir şeydi bu. Bu konuyu masaya yatırıp çözümlemen gerekmez ki.”
“Ama sen bu saçmalığa hâlâ inanıyorsun. Sesinden anlıyorum bunu.”
“Hiçbir şeye inandığım yok. Benim inandığım şey, hayatta olmak. Hayatta olmak ve seninle olmak. Benim için tek önemli şey bu, Grace. Bunun dışında hiçbir şey yok, şu lanet olası dünyada başka hiçbir şeyin önemi yok benim için.”
Konuşmamızın bu biçimde sona ermesi keyfimi kaçırmıştı. Grace’i o karamsar havadan çıkarmak için pek de ustaca olmayan bir biçimde giriştiğim çaba, bir süre iyi sonuç vermişti, ama sonra onu fazla zorlamış ve istemeden yanlış konuya girmiştim, o da o sert uyarıyla sırtını dönmüştü bana. Böyle münakaşa etmek onun doğasına aykırıydı. Grace bu tür konularda pek hiddetlenmezdi ve geçmişte ne zaman böyle tartışmalara girsek (belli bir konusu olmayan, rasgele daldan dala atlayan şu uçucu, dolambaçlı diyaloglar) kendisine söylediğim şeylerle eğlenir, onları pek ciddiye almaz ya da karşı görüş ileri sürmezdi, oyuna katılır, benim anlamsız düşüncelerimi dışa vurmama izin verirdi. Ama o gece, söz konusu günün gecesinde böyle yapmadı; gözyaşlarını bir kez daha tutmaya çalışırken, taksideki yolculuğumuzun başında kapıldığı mutsuzluğun içine yeniden düşerken onun gerçekten de büyük bir sıkıntısı olduğunu, kendisine acı çektiren adsız şey üzerinde sürekli düşündüğünü anladım. Ona sormak istediğim bir sürü soru vardı, ama yine kendimi tuttum, kendine gelip konuşmaya hazır olana kadar bana açılmayacağını biliyordum, eğer kendine gelecekse tabii.
O arada köprünün üzerine varmıştık, Henry Sokağı’ndan geçiyorduk, Brooklyn Heights’ten Atlantik Caddesi’nin hemen altındaki Cobble Hill’deki evimize uzanan ve iki yanında kırmızı tuğladan asansörsüz binaların dizili olduğu dar bir sokaktı burası. Grace’in tepkisi şahsıma değildi, bunun farkındaydım. Grace’in ters davranışı bana olmaktan çok söylediğim şeyeydi; benim söylediklerimle onun düşünceleri arasındaki rastlantısal çarpışmanın doğurduğu bir kıvılcımdı. İyi insanlar kötü şeyler yaparlar. Grace yanlış bir şey mi yapmıştı? Ona yakın olan biri kötü bir şey mi yapmıştı? Bunu bilmek imkânsızdı, ama birinin bir şeyle ilgili olarak kendini suçlu hissettiğine karar verdim, benim söylediklerim Grace’in kendini savunan konuşmasını başlatmış olsa da bu sözlerin muhatabının ben olmadığıma fazlasıyla emindim. Bu düşüncemi kanıtlamak istercesine, Atlantik Caddesi’nden geçip yolculuğumuzun son ayağına girer girmez Grace elini uzatıp ensemi tuttu, beni kendisine çekip dudaklarını dudaklarıma bastırdı, dilini ağzıma yavaşça sokup beni tahrik edercesine öptü; Trause’nin dediği gibi, dolu dolu öptü. “Bu gece benimle seviş,” diye fısıldadı. “Kapıdan girer girmez elbiselerimi yırt ve seviş benimle. Beni parçala, Sid.”
Ertesi sabah geç saatlere kadar uyuduk, saat on bir buçuk-on ikiye kadar yataktan çıkmadık. Grace’in kuzinlerinden biri o gün şehirde olacaktı, saat ikide Guggenheim’da buluşmayı kararlaştırmışlardı, sonra da sürekli sergide birkaç saat geçirmek üzere Metropolitan Müzesi’ne gideceklerdi. Grace’in hafta sonlarında yapmayı sevdiği şeylerin başında resim seyretmek gelirdi, saat birde evden çıktığında oldukça sakindi.[6] Onu metroya kadar götürmeyi teklif ettim, ama Grace zaten gecikmişti, metro istasyonu da evden oldukça uzakta olduğundan (ta Montague Sokağı’ndaydı) o kadar yolu koşar adım giderek kendimi yormamı istemedi. Grace’e merdivenden inip sokağa çıkana kadar eşlik ettim, ilk köşebaşında vedalaşıp ikimiz de farklı yönlere doğru uzaklaştık. Grace, Court Sokağı’ndan Heights’e doğru koşturdu, bense birkaç sokak aşağıdaki Landolfi’nin şekerci dükkânına doğru ağır adımlarla yürüdüm, bir paket sigara aldım. Benim bünyem o günlük ancak bu kadarını kaldırırdı. Mavi defterimin başına oturmak için sabırsızlanıyordum, her zamanki gibi mahallede dolaşmak yerine hemen dönüp eve yollandım. On dakika sonra evdeydim, koridorun sonundaki odamda, masamın başına oturmuştum. Defteri açtım, cumartesi günü kaldığım sayfayı buldum ve işe koyuldum. Şimdiye kadar yazdıklarımı tekrar okumaya kalkışmadım. Kalemimi elime alıp yazmaya başladım.
Bowen uçaktadır, karanlığın içinde Kansas City’ye doğru yol almaktadır. Kafasına düşen çörtenlerden ve hiçbir şey düşünmeden havaalanına koşmaların ardından içinde büyüyen bir sükûnet, durgun bir boşluk vardır. Bowen ne yapmakta olduğu üzerinde düşünmez. Pişman değildir, işini terk edip şehirden ayrılma kararı üzerinde bir daha durmaz, Eva’yı bırakıp gittiği için de en ufak bir pişmanlık duymamaktadır. Bunun Eva’ya ne kadar ağır geleceğini bilmektedir, ama sonunda Eva’nın kendisi olmadan daha rahat edeceğine kendini inandırmayı başarır, Bowen’ın ortadan kaybolmasının şokunu atlattıktan sonra yeni ve daha tatmin edici bir hayata başlaması mümkün olacaktır. Arzu edilen ya da hoş
6
Grace grafik çalışmalarının büyük çoğunluğunda sanat yapıtlarına bakarak esinlenirdi, yılın başındaki hastalığımdan önce cumartesi günleri öğle sonralarımızı birlikte resim galerilerine ve müzelere girip çıkarak geçirirdik. Bir bakıma, evliliğimizi sanata borçluyduk, sanat olmasa Grace’in peşinden gitme cesaretini bulacağımdan emin değilim. Bereket Holst&McDermott’un tarafsız sahasında karşılaşmıştık, iş çevresi denen yerde. Herhangi başka bir yerde bir araya gelmiş olsaydık –bir yemekli partide, örneğin, ya da bir otobüste ve uçakta– amacımı belli etmeden onunla yeniden bağlantı kurmayı başaramazdım, Grace’e ihtiyatla yaklaşılması gerektiğini içgüdüsel olarak sezmiştim. Elimdeki kartları zamanından önce açsaydım onu asla kazanamayacağıma neredeyse emindim.
Bereket onu aramak için bir bahanem vardı. Kitabımın kapağını Grace hazırlayacaktı, onunla konuşmam gereken yeni bir fikrim olduğu bahanesiyle tanışmamızın üzerinden iki gün geçtikten sonra telefon ettim ve gidip kendisiyle görüşüp görüşemeyeceğimi sordum. “Ne zaman istersen,” dedi. Bu ‘zaman’ bir türlü ayarlanamadı. Ben o sıralarda tam gün çalışıyordum (Brooklyn’deki John Jay Lisesi’nde tarih öğretmeniydim), saat dörtten önce Grace’in bürosuna gidemeyecektim. Grace’in öğle sonraları da bütün hafta boyunca randevularla doluydu. Gelecek pazartesi ya da salı günü buluşmamızı önerince bir okuma programı için kent dışına çıkacağımı söyledim ona (aslında doğruydu bu, ama doğru olmasa bile böyle bir şey uydururdum). Böylece Grace pes etti ve beni cuma günü iş çıkışı iki arada bir derede görmeyi kabul etti. “Saat sekizde bir yerde olmam gerekiyor,” dedi, “ama saat beş buçukta bir saatliğine filan buluşursak sorun olmaz.”
Kitabımın adını, Willem de Kooning’in 1938’de yaptığı bir karakalem çalışmadan almıştım.
İş çıkışında benimle görüşmeyi kabul etmesi bana umut verdiyse de saat sekizde yanımdan ayrılacak olması bu umudu silip atmıştı. Bir erkekle buluşacağından emindim (güzel kadınlar cuma akşamları hep erkeklerle buluşurlar), ama Grace’in bu adama ne kadar derinden bağlı olduğunu bilmem mümkün değildi. İlk kez buluşacağı biri olabileceği gibi, nişanlısıyla ya da birlikte yaşadığı erkek arkadaşıyla buluşacak da olabilirdi. Evli olmadığını biliyordum (tanıştığımız gün Grace’in bürodan çıkmasının ardından Betty söylemişti), ama başka yakınlıkların sınırı yoktu. Betty’ye Grace’in hayatında biri olup olmadığını sorduğumda bilmediğini söyledi. Grace özel hayatını kimseyle paylaşmaz, dedi, büro dışında neler yaptığı hakkında bürodakilerin en ufak bir bilgisi yoktu. Orada çalışmaya başlamasından bu yana iki-üç editör ona çıkma teklif etmişti ama Grace hepsini geri çevirmişti.
Grace’in özel hayatını kimseyle paylaşmaktan hoşlanmayan biri olduğunu çok geçmeden öğrendim. Evlenmeden önce onunla geçirdiğim on ayda hiçbir sırrını açmadı bana ya da daha önce başka erkeklerle yaşadıklarını anlatmadı. Ben de anlatmaktan hoşlanmadığı belli olan bir şey için zorlamadım onu. Grace’in sessizliğinin gücü buradaydı. Sevilmeyi istediği biçimde onu sevecekseniz, kendisiyle sözcükler arasına çektiği çizgiyi kabul etmek zorundaydınız.
(Bir keresinde, ilişkimizin başlangıcında, çocukluğundan söz ederken yedi yaşındayken ailesinin hediye ettiği ve çok sevdiği bir bebeği hatırlamıştı. Bebeğe İnci adını vermiş ve ondan sonra dört-beş yıl nereye gitse yanında sürüklemişti, onu en iyi arkadaşı olarak kabul etmişti. İnci’nin en ilginç yanı konuşabilmesi ve kendisine söylenenleri anlayabilmesiydi. Ama Grace’in yanındayken İnci’nin ağzından tek bir sözcük bile çıkmamıştı. Konuşamadığı için değil, konuşmak istemediği için.)
Grace’le tanıştığımda hayatında biri vardı; bundan eminim, ama o adamın adını da, Grace’in bu konuda ne kadar ciddi olduğunu da asla öğrenemedim. Oldukça ciddi olduğunu sanıyordum, çünkü arkadaşlığımızın ilk altı ayı benim için oldukça çalkantılı geçti, sonu kötü geldi, Grace bana ilişkimizi bitirmek istediğini, artık onu aramamamı söyledi. Yine de, hayal kırıklığıyla dolu o aylar süresince, kısa ömürlü zaferlerin ve ufak çaplı iyimserliklerin, azarlamaların ve boyun eğmelerin, beni göremeyecek kadar meşgul olduğu ya da yatağını paylaşmama izin verdiği gecelerin, o umarsız, başarısız flörtün bütün o iniş-çıkışları arasında Grace benim için hep büyülü biri oldu, arzu ile gerçek yaşamı birbiriyle buluşturan aydınlık bir temas noktası, vazgeçilmez aşkım oldu. Sözümü tutup onu aramadım, altı-yedi hafta sonra Grace damdan düşercesine aradı beni ve fikir değiştirdiğini söyledi. Açıklama yapmaya yanaşmadı, ama rakibim olan adamın artık sahneden çekildiğini tahmin ettim. Yalnız beni yeniden görmek istemekle kalmadığını, benimle evlenmek istediğini de söyledi. Ben onun yanında evlilik sözcüğünü ağzıma almamıştım. Onu ilk gördüğüm andan beri aklıma koymuştum bunu, ama dile getirmeye cesaret edememiştim, Grace’i ürkütmekten korkmuştum. Şimdiyse Grace bana evlenme teklif ediyordu. Hayatımın geri kalanını kırık bir kalple geçirmeye razı olmuşken Grace bana kendisiyle birlikte yaşayabileceğimi söylüyordu; bir bütün olarak, hayatımın tamamı onunla bir bütün olarak geçecekti.