602. Gece. Gülsoy Murat
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу 602. Gece - Gülsoy Murat страница 8
Henüz ölmüş kocasının yanında ona hitaben “konuşan” bir kadın anlatıcı var öyküde. Ya da ilk bakışta, yüzeyde görünen kurgu bu. Aslında kocanın ölmüş olduğunu fark ettiği an bir çeşit deliliğe kapılan, karmaşık düşüncelere dalan kadının bilinçakışını izliyoruz. Düşüncelerinde kocasına hitaben “konuşuyor” hatta daha derininde aldığı kararlar da var (onları da parantez içinde belirtiyor) ve kahkahalar, söylenmeler, kimi hareketlerin betimlenmesi… Önemli olan, kadının aklının içini duymamız, belki de kimseye hiç söylemediği, söyleyemediği şeyleri aklından nasıl geçirdiğini görmemizdir. Tabii, Erbil’i önemli kılan sadece kullandığı modernist teknikler değildir (ki bu konuda son derece avangard olduğunu belirtmeli, kendine özgü imla işaretleri kullanmaya kadar vardırmıştır dil arayışlarını). Ele aldığı konular ve ele alış biçimi o güne kadar rastlanmadık biçimde cesurdur, her tür “biz” söylemini kırarak bireyin iç dünyasını radikal bir şekilde ortaya koyar.
Modernist edebiyat elbette bilinçakışıyla sınırlı değil. Oyunlar, açık uçlu finaller, mecazların alışılmadık kullanımı, dilde yeni arayışlar, başka metinlere göndermeler hep modernist edebiyatla özdeşleştirilmiştir. Tüm bu özellikleri bünyesinde topladığı için Tutunamayanlar’ın edebiyatımızdaki yeri çok ayrıdır. Yazıldığı dönemde Türk edebiyatında modernist çizgilerin kabul görmesi bir yana, özellikle şiirdeki İkinci Yeni hareketinin eleştirisi üzerinden modernist edebiyat “burjuva bireyciliği” diye yaftalanıp dışlanıyordu. Bu kitapta yakın okuması yer alan “Demiryolu Hikâyecileri”nde de Atay, bilinçakışını kullanıyor ama daha radikal bir uygulamasını Tutunamayanlar’da görürüz:31
Seni tanımadan önce ağaçların çiçek açtığı ve yaprak döktüğü mevsimleri hep kaçırırdım derdi resim yapmayı sevdiğim halde denizin mavisini bilmezdim yaprağın yeşilinin her mevsimde değiştiğine dikkat etmemiştim seni tanıdıktan sonra o güne kadar tabiat resmi yapmayı sevmediğim halde bir ağaç bir yaprak küçük bir ot bile çizmiş olmadığım halde ve daha çok kitaplardan kopyalar yapmakla yetindiğim halde ve insan resimlerini fotoğraflardan kareyle büyütmeyi kolayıma geldiği için tercih ettiğim halde seni tanıdıktan sonra gözleri yeni açılmış bir küçük hayvan gibi çevreyi şaşkın ve hayran bakışlarla insanı ve insan olmayanı ayırmadan incelemeye başladım ve kalemi iğne uçlu mürekkepli kalemi ve resim kâğıdını alarak kırlara açıldım ve eskiden kurşunkalemle çalıştığım zamanlardan yani tarihten önce çizgilerimdeki kararsızlık yüzünden kâğıdı sonsuz çizgilerle silip tekrar çizdiğim çizgilerle silgi izleriyle kararttığım halde doğrudan doğruya çini mürekkeple çalışmaya başladım hiç silmeden seçtiğim ağaçları evleri gökyüzünü yolları otları.
Oğuz Atay devasa eseri Tutunamayanlar’la ortaya çıktığında –tam bir klişe olacak ama kaçınmayalım çünkü doğru– edebiyat ortamı bu tür bir romana henüz hazır değildi. Ne Oğuz Atay’ın modernist biçim arayışlarına ne de insanın (hem aydınların hem de toplumun) yüzüne çevirdiği aynaya bakmaya. Yukarıda alıntıladığım ve artık örneklerine sıklıkla rastladığımız bilinçakışı tekniğinin yanı sıra farklı söylemler inşa ederek, her söylemle beraber bir “biz” algısının, kimliğinin ya da bu “biz”e bağlı/karşı olarak bir “ben”in nasıl inşa edildiğini göstermeye çalışıyordu. Elbette bu inşa süreci açıkça gözler önünde gerçekleştiği için aynı zamanda bir yıkım sürecine dönüşüyordu. Destan, kutsal kitap, resmî evrak, ansiklopedi gibi farklı dil ortamlarının içinden akıp giden anlatı yoğun bir ironiyle okurun elinden o güne dek alışık olduğu tüm tutunacak sağlam dalları alıyor, üzerine bastığı güvenli ideolojik toprağı sarsıyordu. Elbette bu dayanılır bir şey değildi. Hele ki realizmin, toplumcu estetiğin tek “resmî” yaklaşım olduğu yıllarda. Tutunamayanlar üzerine Mehmet Seyda tarafından yazılan ilk eleştiri yazısı şöyle başlıyordu:
Bir roman; gerekli gereksiz ayrıntılarla, kendi bütünlüğünü zedeleyen fazlalıklarla, yinelemelerle, filtreli sigaranın kanseri %7 oranında azalttığını söylemeden geçemeyen bilgilerle dolu. Yazarının, ayıklama ve seçme gözetmeden, ne biliyorsa içine katmaktan zevk duyduğu sayfalar. Sağı solu eleştiren Turgut Özben gibi bir “aklı başında roman kahramanı”na genelev kapattırmalar, genelevde kumar oynattırmalar. Buna benzer, bunun gibi bir yığın tutarsızlıktan Tutunamayanlar’ın hikâyesini çıkarma merakı.
Romandan alıntılanan birçok örnekle devam eden yazı şu şekilde sonuca bağlanıyordu:
Ortak yargıları gözetmeyen, alışılmışa karşı gelen, kendi “iç dünya”sını yansıtan bütün romanların, yazarların başına gelen şey onun da başına gelmiş demektir. Okunuşundan sonra, “İnsanın aklına her geleni yazmasından bir roman ortaya çıkabilir mi?” diye sorulabilir. Oğuz Atay ayıklama nedir tanımıyor ya da bu, bize böyle geliyor. Düşünceler, hiçbir zaman, kişileri duygulandırmaya yetmemiştir. Bir romanda, sürekli olarak eleştirel aklın kullanılışı ve “humour”un ağır basışı, somut “insan gerçeği”ni yok etmeye yeter. “Selim! Canım Selim!” ve başka adlar, konunun bir intihar olayını ele alışı. Gelgelelim, “insansız”dır Tutunamayanlar. Duygulanmamızı değil, irkilerek, gülümseyerek düşünmemizi istemiştir. Kendi içimizde bir yabancılaşmayı ve hesaplaşmayı, bir oyuntuyu kurgulamıştır. Tıpkı Aylak Adam gibi, tıpkı Yanık Saraylar gibi, tıpkı Saatleri Ayarlama Enstitüsü gibi, görüşleri ve anlayışları çatıştıracağını, yazarının “tek ve özgün”, gerisinin gelmesi pek beklenilmez bir eseri olabileceğini sanıyoruz. Ama belki de aldanıyoruz.32
Bu eleştirinin bana göre en ilginç tarafı “insansız” tespitinin kullanılışıdır. Elbette diğer söylediklerinin iler tutar yanı olmadığı ortadadır. Aslında bu cümleyi yazarken durakladım. Gerçekten de çok açık mıdır bu eleştirinin yersizliği, yetersizliği? Belki bugün bile Atay ve benzeri edebiyat hakkında birçokları benzer şekilde düşünüyor olabilir. Bu tartışmanın devamını merak edenler Murat Belge’nin cevabi yazısını okuyabilirler; realist romanla modernist roman arasındaki farkları sabırla anlatan Belge, bu türden romanların (özellikle de Tutunamayanlar’ın) çok katmanlı yapılar olduğunu, “Romanda eleştirel akıl var, o yüzden duygulanmıyoruz, insan yok” diyen Mehmet Seyda’nın romanın en yüzeyindeki katmanlardan birine takılıp kaldığını söylüyor.33 Belki kapanıp gitmiş bir tartışma olarak görünebilir ama ben yine de Mehmet Seyda’nın “insansız” tespitine dönmek istiyorum. Seyda hem yazısında, hem de sıcağı sıcağına Oğuz Atay’la yaptığı söyleşide bu yargısını yineliyor. Bana Tutunamayanlar’dan bir sahne gibi gelen şu diyaloğu alıntılamadan edemedim:34
Mehmet Seyda – Ben, özür dilerim, romanınızı biraz “insansız” buldum. Bu konuda ne dersiniz?
Oğuz Atay – Romanda bütünüyle