Bir Yolculuktur Aşk. Betül Ak Örnek
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Bir Yolculuktur Aşk - Betül Ak Örnek страница 13
Elhamdülillah.
Yuva
Gözlerimi açtığımda yuvarlak suratına düşen seyrek çizgilerden ellili yaşlarda olduğunu anladığım, nur yüzlü tenine birkaç tane ben kondurulmuş, burnuna indirdiği gözlüklerinin üstünden haylaz bir çocuk gibi gülümseyen bir kadın görüyorum. Ne olup bittiğini kavrayamadığımı anlamış olmalı ki başlıyor konuşmaya.
O konuştukça ben daha bir ayılıyorum.
“Kızım sen koca çukuru görmemişsin de düşmüşsün. Allah’tan bizim oğlan yürüyüşten dönüşte seni fark etmiş. Yağmur da nasıl bastırmış! Verilmiş sadakan varmış. Ya çukur suyla dolaydı? Seni çıkarıp taşımış. Buraya getirdi.”
Şimdi anlıyorum olan biteni, ayağım kayıp düşmüştüm demek. Gerçi düşmek de denmezdi ya… Teyzenin dediği gibi, aklımdaki düşüncelere kapılıp koca çukuru görmemiştim. Belli ki epey şiddetli bir düşüş olmuştu benimkisi. Her yerim ağrıyordu ve üşüyordum.
Kurumuş dudaklarımı zorla aralayarak, “Çok teşekkür ederim… Ben çok üşüyorum,” diyebiliyorum.
Elini alnıma koyan teyze tiz sesiyle bağırıyor:
“Aaaa Ömer koş, yanıyor bu kız!”
Teyzenin telaşını fark ediyorum ama konuşmaya, kıpırdamaya hâlim yok. Tanımadığım bir evde, tanımadığım insanların benim için koşturmasından mahcup oluyorum fakat gücenmiyorum, her yer Allah’ın evi, hepimiz kardeş değil miyiz? Benim için telaşlanan birilerinin olmasına hem kendim hem de onlar için seviniyorum.
Ve doğrusu biraz da üzülüyorum, çünkü o an fark ediyorum, birileri beni önemseyip endişelenmeyeli ne kadar uzun zaman olmuş…
Yine de şimdi yabancısı olduğum bu evde, bana aşina olmayan insanların bu incelikli davranışı ilahî bir hediye gibi geliyor.
Ömer dediği adam sanırım teyzenin çocuğu olmalı ki koşar adım giriyor odaya. Saçları ıslak… İşte, diyorum, beni kurtaran adam bu olmalı.
Elini alnıma koyuyor.
“Hemen daha çok havlu ıslat da getir anne. Bir kova da su… Ben de ateş düşürücü vereceğim.”
Teyze hızlıca çıkarken kurtarıcım Ömer kolunu yavaşça boynumun altına sokup kaldırıyor. Yine aynı şeyi hissediyorum. Ruhumun yavaşça yükseldiğini… Sanırım ateş yüzünden. Dudaklarımın ucuna bir hap koyuyor ve bir bardak suyu dayayıp, “Haydi iç bakalım küçük kız,” diyor; itirazsız içiyorum. Kırılmasından korkar gibi, usulca başımı yastığa koyup elini başımın altından alıyor. O sırada teyze tekrar içeri geliyor, kapı kapanıyor; Ömer çıkmış olmalı. Teyze üstümdekileri çıkarıp daha çok üşütüyor beni.
Sonra uyuyorum.
Gözlerimi açabildiğimde pencereden içeri süzülen kadifemsi kızıllık karşılıyor beni. Ateşim düşmüş olmalı ki sıcaklamışım. Yatakta doğrulup başımı karyolanın demirlerine dayıyorum ve başucumdaki komodinin üstüne bırakılmış sudan bir yudum alıyorum. Kendimi toparlayıp, kimse uyanmadan bir an önce gitmek istiyorum. Zaten yeterince yordum insanları.
O niyetle ayağa kalkıp da karşımdaki aynada kendimi görünce ufacık bir kahkaha atıyorum. Üstümde teyzenin giydirdiği pamuklu gecelik, bana neredeyse üç beden büyük… Öyle komik görünüyorum ki, hâlime kıkırdıyorum. Kıyafetlerimi giyip parmak uçlarımda yürüyerek odanın kapısını açmaya yelteniyorum ki, çıkardığı sesten ürkerek geriliyorum.
Kapı genişçe bir mutfağa açılıyor. Sabahın nurunda ocakta çay var ve sıcak ekmek kokusu her yanı sarmış. Öylece kalakalıyorum, gidemiyorum, gitmeyi bırak bir adım bile atamıyorum. Mıhlanıyorum olduğum yere, bir şey beni bu eve bağlamış sanki. Yıllardır duymadığım sıcak ekmek kokusu, erkenden demlenen çay, eşyalar, rafta duran ilaçlar, teyzenin gülen yüzü, Ömer’in ilgisi… Hepsi birleşince hasretini çektiğim bir duyguyu körüklüyor; aitlik.
O an öyle derin bir istek ve özlemle buraya ait olmayı arzuluyorum ki, onlardan biri olmayı… Çünkü burası sıcacık bir yuva… Tencerelerde dünden kalan yemekler ve pencerede menekşeler var. İçinde şefkatle birbirini seven insanlar var. Burası bir yuva ve insan kendinde olmayanı hep özler. Benim özlediğim gibi…
Evet, bir yuvaya hasrettim ben de. O hasret bu evde can buluyor.
Dolandım dolaştım boşandı yağmur
Saçım ıslak kunduram çamur
Eve döndüm yağmur getirdim
Ev yeşerdi ben yeşerdim.
Söz
Babaannemin evine döndüğümde, kalbimdeki sancıyla kendimi üst kattaki divana atıyorum. Bu boş konak ve daha önce yaşadığım yer koca bir evdi ama bir yuva asla değildi. Evi yuva yapan bir kadın yoktu; üstünde sıcak çorba olan ocak, kapının önünde asılmış çamaşırlar, sehpanın üstünde kitaplar, pencere kenarlarında menekşeler yoktu.
Ev dediğin soğuk duvarlar bütünü, yuva ise sıcacık…
Ev uzak, yuva ise yakın…
Herkes eve sahip, yuvaya ise yalnızca hak edenler.
Hak etmek gerek bir yuvaya sahip olabilmek için. Fedakâr olabilmek gerek; geceleri rüyandan, sabah uykundan, kendinden vermen gerek. Sevmek gerek sevildiğini umursamadan, çabalamak gerek evdekileri doyurmak için, okumak gerek anlayabilmek için ve dinlemek gerek yerine koyabilmek için.
Düşündüklerim canımı acıtıyor, annemi hançer gibi saplıyorum kendime. Evimizi yuva yapmak için hiç uğraşmayan annem, beni ancak uzaktan bakabildiğim kitaplardan okuduğum, yüreğimle hissedebildiğim yuvaya hasret bırakmıştı. Bana söyledikleri aklıma geldikçe tekrar, yine, yeniden tüm sistemim çökme noktasına geliyor.
“Evlenip gideceksin,” derdi. “Oku, kendi ayaklarının üstünde dur, kendine bakmayı öğren.” Ki bunlar en az can yakıcı olanlarıydı.
Anneme hiçbir zaman evlat olamadım ben. Mesela saçlarımı hiçbir zaman örmedi, ilkokulda arkadaşlarımın balıksırtı örülmüş saçlarına bakarken ağlardım çünkü babam tarayıp bağlayabiliyordu ancak. Kaç gece korkuyla uyanıp başucuna koştuğumda, “Uykum var. Git yat, bir şey olmaz,” deyip başından savdı beni, sayısını hatırlamıyorum.
İşte bu yaşadıklarım yüzündendir, ki hatırlamak istemediğim için çok anmak istemem, annem hep o evde bir emanet olduğumu hatırlattı bana. Belki de o yüzden gitmek bu kadar kolay geldi. Sadece bir sırt çantasıyla yollara düşerken geriye bakıp çok gözyaşı akıtmadım; ne de olsa arkamdan su döken, “Allah’a emanet ol!” diyen bir sevdiğim yoktu.
Alın yazısı yolcu olmaksa insanın; yollar yuva, yolculuk da ekmek gibi oluyor.
Silkeleniyorum.