Bir Yolculuktur Aşk. Betül Ak Örnek
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Bir Yolculuktur Aşk - Betül Ak Örnek страница 7
Benim yolculuğumun “manevi kurtuluş durağı” bir pencere kenarında başladı; kâinatı izlediğim, düşünüp kitap okuduğum, yazdığım, dertlendiğim cilası atmış eski tahta bir pencere kenarı tüm bu yazdıklarımın nirvanası oldu.
Pencerem artık çok yaşlanmıştı, boyası dökük ve kulpu kırıktı. Kışın soğuk soğuk estirirdi üzerime ama alınmazdım onun bu serseri hâllerine. Diğer pencerelerden farklı gösterirdi sanki dışarıyı. O kadar yer gezmiş, birçok pencereden bakmış da değildim ama bu eski hâliyle farklı bir görüş açısı sunuyordu pencerem. Bazen, “Boş ver, görme,” der gibi puslanırdı, ben silerdim. Arkamdan tekrar buğulanır, hüzünlenip damlacıklar akıtır, bazen, “Kalk, sabah oldu, bugün çok güzel bir gün,” der gibi güneşi gözüme yansıtırdı.
Bir öğlen vaktiydi, yatağıma uzanmış, Kısmet’le birlikte okuyorduk. O gün eski pencerem dışarı bakmamı ister gibi kurtların yediği tahtalarının arasındaki paslı menteşelerini usulca gıcırdatıp açıldı. Elimdeki kitabı yatağın üstüne bırakarak ayağa kalktım. Pencere mıknatıs gibi kendine çekiyordu beni. Sardunyaların arasından başımı usulca dışarı uzattım, dışarıdan bakınca parmaklıkların arasında dururken kabuğundan çıkan bir kaplumbağaya benzediğime emindim. Eski dostum pencere o gün öyle bir şey gösterdi ki bana, onu gördüğüm an kozasının içinde yaşayan tırtılın can atışı gibi bir kelebek olmaya niyetlendim, hem de zemheride…
Sokaktaki adama göz kırpıyordu pencerem. Hani filmlerde bir tek görülmesi istenen şey netleşir, diğer her yer buğulanır ya, işte ben de o an bir tek o adamı görüyordum. Ağaçların sallanışı, bulutların hareketi, çocukların gülüşmeleri, sokaktan geçen helvacının sesi, hepsi birer buğu, çok uzaklardan gelen cılız bir ses olmuştu. Farkında olduğum tek şey, yüzüne taktığı tebessümü daha önce hiç görmediğim kadar güzel bir adam ve kalbimin bir durup bir atan gümbürtüsüydü. O sokaktan ayrıldıktan ne kadar sonra toparlanıp kendimi yatağa atabildim, zaman geçti mi, yoksa hâlâ aynı yerde miydi, saat kaçtı bilmiyordum. Annemin yemek çağrısını kaç kez geri çevirdim, kaç vakit okundu ezan duymamıştım. Bu hülyalı saatler geçtikten sonra her gün onu tekrar görebilmek için pencere kenarında, uçmaya yabancı kanatlarımla saatlerce gelmesini bekledim.
Her cuma sokağımızdan geçer olmuştu. Ağır adımlarla yürürken takkesini başından çıkarıp cebine koymasından cuma namazından çıkmış olduğu belliydi. Sokakta oynayan çocukları sevip oğlanlarla kısa bir maç yapar, biraz sonra da diğer cebinden şekerler çıkarıp dağıtır, Aliye Teyze’nin kapısına oturup çocuklarla birlikte yerdi. Sakallarının arasından belli belirsiz gülüşünü görürdüm, çocuklara ne anlatıyorsa, o kadar eğlenirlerdi ki, orada olmayı isterdim. O çocuklardan biri olup anlattığı hikâyeyi dinleyebilmek…
Heybetiyle yürüdüğü yerleri sarsan, lakin sanki bir o kadar da ürkek bir adam… Uzun boylu, lakin sanki taşıdığı yüklerin altında giderek ezilen bir adam… Yeşil gözlü, lakin sanki karalara bakan bir adamdı o.
Tüm gün onu tasavvur ediyordum, tüm hafta cuma saatinin gelmesini beklemekle geçiyordu. Koşarak pencereye gidiyor, sardunyaların arasına saklanarak onu izliyordum. Onu izlemek, o çok sevdiğin filmin son dakikaları kadar heyecan vericiydi. Bu şekilde her cuma pencerede bekledim onu ve o her cuma geldi. Kumaş pantolon ve beyaz gömlek giyerdi, çocukları sevindirmediği tek bir gün olmadı. Onlar hep güldüler, ben hep izledim.
“Acaba ne anlatıyor çocuklara?” diye düşünürken hayaller kurdum, her akşam sohbet ettim şeker dağıtan adamla. Bazen Leyla ile Mecnun’dan konuştuk, bazen de dünyanın bir ucuna gittik. Kendi kendime onun anlattığı gibi hikâyeler anlattım, onlar gibi gülmeye çalıştım; olmadı, bir türlü beceremedim onsuzken onunlaymış gibi gülümsemeyi. Kalbimde açan sevda çiçeklerine o kadar cahildim ki, onunla birlikte gülmek için onların arasında olmalıyım sandım. Gelecek cuma pencereyi açmaya karar vererek ayrıldım şeker dağıtan adamdan.
Cuma gelmişti, heyecandan titriyordum. Birazdan gelirdi. En sevdiğim mavi çiçekli elbisemi giydim, kolyemi elbisenin üstüne çıkardım. Bir de büyükannem gibi kokan lavanta kolonyasından süründüm. Bu hâlimden hem utanıyor hem de hislerime yenik düşüyordum. Gri hayatımda epeydir heyecan, aşk duygularından uzak, güvenli limanımda demirliydi gemilerim; ne ki babamın dediği üzere, “gemiler limanda güvendedir, lakin limanlar için yapılmamıştırlar”. İçimdeki gemiler de fırtınanın çıkacağını bilse de denize açılmaya can atıyordu.
Parmaklarımın ucunda sekerken tahtalar çıplak ayaklarımın ağırlığıyla incinerek ahladı, ama aldırmadım. Koşar adım yürüdüm. Pencerenin önünde öylece kalakaldım. Tülü hafifçe araladım ama kendimi belli etmedim, gelmesini bekledim.
Geldi…
Geceden siyah dalgalı saçlarını sağ eliyle geri itti, sonra beyaz gömleğinin kapalı olan en üstteki düğmesini açtı. Pantolonunun cebinden sarkan kravatı, kolunda taşıdığı ceketiyle çocuklara doğru yürümeye başladı. Çocuklar onu görünce koşarak sarıldılar. Biri bacağına sarıldı, kimi sakalını sevdi, bazı kız çocukları ona çiçek verdi. Kız çocuklarının ona olan sevgisi erkek çocuklarınkinden farklıydı. Gözlerindeki hayranlığı buradan anlayabiliyordum çünkü ben de pek farklı değildim, onu bu eski penceremden seyrederken her hareketine hayran kalıyordum.
Şeker dağıtan adam çocuklarla hasret giderdikten sonra pantolonunun kırışan ütüsünü umursamadan kaldırıma oturdu. Sokağın haylaz çocuğu Mustafa bile top oynamayı bırakıp onun yanına geldi. Tüm çocuklar tam kadro hazırdı. Onun bu hâli bana babamı hatırlatıyordu. O, sokağın ufaklığı Melek’in gözlerine şefkatle bakarken babamın gözlerimin içine bakıp, “Sen benim meleğimsin,” dediği günlerin misk kokusu yakıyordu genzimi. Acıdan dolan gözlerimi ovuştururken bugünkü hikâyesini anlatmaya başlamıştı bile. Dudakları kâh heyecanla gülümsüyor kâh üzüntüyle büzülüyor, elleriyle gökyüzünü işaret ediyor, boşluğa şekiller çiziyordu. Çocuklar ise ağzı açık onun sanki gerçekmiş gibi anlattığı masalı pürdikkat dinliyorlardı. Karşımda olan biteni tiyatro sahnesinden bir kesit gibi benden başka seyreden var mıydı bilmem. Sanki tüm dünya ona bakıyordu. İçimi bir ürperti sarıyordu. Ya onu benim gibi gören biri varsa?
Şeker dağıtan adam heyecanla anlatırken hikâyesini, bir gün o hikâyelerin birinde ben olabilir miyim diye düşünmekten alamıyordum kendimi. Acaba cümlelerine ismim müdahil olabilir miydi? Gülüşünün nedeni olabilir miydim günün birinde?
İçime cevabını veremediğim sorular doluyordu. Nasıl oluyordu da pencerenin arkasından gördüğüm bu adam gönlüme dokunabiliyordu? Üstün güçleri mi vardı? Neden uzun, ince elleri çocukların başını okşarken başım omzuna yaslanmak istiyordu? Kalbim kopacak gibi yerinden oynuyor, yosun gözleri etrafa bakarken beni görür diye endişeleniyordum.
Korkuyordum. Pencerenin arkasından yolunu gözlediğim, dudaklarını okuduğum, sakallarını sevdiğim, hikâyelerine gizli gizli kendimi koyduğum adam beni görür diye saklanıyordum perdenin arkasında. Görmeden, konuşmadan, dokunmadan hayatıma girip cuma günlerimi bayrama çeviren bu adam eğer gözlerime dokunursa